30 Mayıs 2007 Çarşamba

Türklerin iki bin yıllık seyrüseferi





Fotoğraf sanatçısı Ergun Çağatay, göçebe Türklerin iki bin yıllık öyküsünü anlatabilmek için 14 yıl uğraştı.


Fotoğraf sanatçısı Ergun Çağatay'ın 14 yılını adadığı 'The Turkic Speaking Peoples/Türkçe Konuşan Kavimler' adlı kitabı, bin bir türlü engeli aştıktan sonra nihayet yayımlandı. Hem yurtiçinde, hem de yurtdışında aynı zamanda satışa sunulan, yerli ve yabancı yazarların İngilizce yazdığı 34 makaleden oluşan kitap, Türklerin kimliğini, dünyasını ve kültürünü fotoğraflar eşliğinde sergiliyor. Çağatay, ansiklopedi kıvamındaki kitabını evirip çevirir ve her biri bir sanat eseri olan 384 fotoğrafına 'yabancı bir gözle' bakarken, "Kendimi boşlukta hissediyorum. İtiraf edeyim; bir yanım çok sevinçli, bir yanım çok buruk" diyor. Sanki, hala ne kadar zor bir işin üstesinden geldiğinin farkında değilmiş gibi... Kitabına yabancılaşmış bir hali var. Eğer Alman Prestel Yayınevi, Hollanda Kraliyet Vakfı'nı 'Bu kitaba sponsor olmalısınız' diye ikna etmese, Çağatay bugüne kadar 110 bin kilometre yol kat ettiğiyle, 50 bin kare dia çektiğiyle, 500 bin dolarını bu işe heba ettiğiyle kalacaktı. Batı'ya kafa tutmak amacıyla yola çıktığı halde Batılılar sayesinde kitabını elinde tutuyor olmak ağrına gidiyor.

"Aş kazanım boşaldı!"

Bu kitabı ortaya çıkarana kadar kendi ülkesinde nice bakanın makamında boşuna dil dökmüş, nice zengine el açmış Çağatay. "Bir dilenci gibi dilendim ama sonuç alamadım" diyor kırgınlıkla kızgınlık arasında gidip gelirken. "Belki de kitabınızın içeriğini iyi anlatamadınız..." gibi yara kaşıyan bir cümle tüm yorgunluğunu açığa çıkarıyor: "Hayır. Çok ayrıntılı anlattım. Bizde kendi kültürüne, kendi kökenine karşı bir ilgisizlik var. Acı ama öyle. Bir de tarif edilemez bir Avrupa hayranlığı var. Belki bir zamanlar bende de vardı ama yurtdışında yaşadıktan sonra o insanların bizden daha üstün ya da farklı olmadıklarını gördüm. Bizden daha akıllı çalışıyorlar sadece, o kadar. Bu projeyi anlayan ve ilk mali desteği veren, dönemin (1992) başbakanı Erdal İnönü oldu. O, bu işe çok inanmıştı. Başbakanlık Tanıtma Fonu'ndan 150 bin dolar verildi. Elbette devletin verdiği parayla proje tamamlanamazdı. Geriye kalan parayı dilenerek elde ettim. Bazı kereler, kazandığım parayı bu işe koydum. Üçgen İnşaat dışında kimse destek vermedi. Koç Holding'in verdiği iki cip sayesinde Orta Asya'da dolaşıp fotoğraflar çekebildim."

Çağatay, kitabın editörü Prof. Dr. Doğan Kuban'la oturup Türklerin kültürel macerasını açıklayabilecek başlıklar belirlemiş. Amaç, Türklerin izini sürmek, Asya'dan Balkanlara kadar uzanan 2 bin yıllık Türk sanat ve kültür hayatını enine boyuna irdelemek. Türklerin sınırları, konuştukları diller, göçebelik kültürü, İslamiyet öncesi Asya steplerinde göçmenler, Türk-Pers gelenekleri, Perslerin Türk edebiyatındaki izleri, Güney Avrupa'da Türk göçmenleri, İslamiyet öncesi Türk-Arap ilişkileri ve Arapların Türkler üzerindeki etkileri, Avrupa tarihinde Türkler, Uygurlarda Maniheizm ve Budizm, Sibirya ve Orta Asya'da Şamanizm ve Türkler, Anadolu Alevileri, Hıristiyan Türkler, Anadolu'da Türk Mimarisi kitapta yer alan konu başlıklarından bazıları. Bu makalelerin 24'ünü dünyaca tarafsızlığıyla ünlü Batılı ve Doğulu bilim adamları yazmış. Merhum Tuğrul Şavkay'ın hem göçebelik, hem Cumhuriyet dönemindeki Türk mutfağını tanıttığı yazısı ise kitabın bonusu.

Kitabın içeriği netleşir netleşmez Çağatay, fotoğraf çekimi için yola koyulmuş. İran'dan Kuzey Moğolistan'a, Özbekistan'dan Tataristan'a kadar Asya'da Türkçe konuşan tüm ülkeleri karış karış dolaşmış. Dil konusunda pek zorlanmamış. "Kıpçak ve Oğuz Türkçesi var. Gramer aynı, cümle yapısı aynı, kelimeler değişiyor. Eğer kulağınızı bu işe verirseniz, anlamak isterseniz bir süre sonra adamın şivesini alıyor, yeni kelimeler öğreniyorsunuz. Mesela 'Karnım acıktı' yerine 'Aş kazanım boşaldı' diyor. Özbekistan'ın doğusunda yumurtaya 'tohum' diyorlar. Konuşulanların yüzde 40'ını anlıyordum. Zaman zaman tercümanla dolaştım. Türklerin dünyasında kadınların önemli bir yeri var, kadın kesinlikle ikinci sınıf vatandaş değil. Hacı Bektaş Veli, müritlerine 'Kadını okut' der. 1300'lerde söylenmiş şık bir laf."



Tarih boyunca Türklerin durmadan şekil değiştirdiğini söyleyen Çağatay, Türkleri suya ya da silikon kumuna benzetiyor. "Girdiğimiz her kabın şeklini alıyoruz. Bu, göçerlikten gelen bir şey. Türkler kendilerini girdikleri ortama çok iyi adapte ediyor. Almanya'da bugün 5 bine yakın Türk şirketi var. Türkler Almanya'ya çalışmaya gitti, onların gözünde ikinci sınıf vatandaştı. Bugünse durum farklı. 5 bin işyerinin ancak yüzde 30'u lokantadır. Girişimci Türklerin yüzde 20-25'i ' tech' işler yapıyor ve Almanlara iş veriyor."

"Senden aşağı kalır yanım yok"

Kitabın önsözünde Ergun Çağatay, kendi kişisel tarihinden de söz ediyor. 15 Temmuz 1983'te Orly Havalimanı'nda Ermeni örgütü Asala'nın patlattığı bomba sonucu nasıl ağır yaralandığını, aylarca hastanede yattığını anlatıyor. 'Kömür adam' görüntüsünden kurtulmak için 12 kez ameliyat olan Çağatay'ın tam anlamıyla düzelmesi beş yılını almış, ellerindeki yanık izleri hala duruyor. Bu kitabı, Paris'te hastanede yatarken düşünmeye başlamış. Dediğine göre içindeki hınç, öfke dinmemiş. "Fransa, Asala'ya göz yumuyordu, olan bitene seyirciydi. Nitekim mahkeme kayıtlarında da çıktı bu ortaya. Onların bakış açılarını çok iyi biliyorum. İki yılın sonunda ellerimi çalıştırabildim. Belime kadar sargılar içindeydim, ellerimin tamiri için vücudumun çeşitli bölgelerinden parçalar almışlardı. Yanık içindeydim. Sabahleyin banyodan sonra dışarı çıkmam, sargılanmam iki saat sürüyordu. Uyandığımda ellerim kaskatı oluyordu, özel bir kremle masaj yapa yapa parmaklarımı oynatabiliyordum. Bardağı dahi elime alamıyordum. 'Fotoğraf hayatım bitti' diyordum. Ellerimi hep çalıştırdım. Ellerim kabarmasın diye özel bir eldiven kullanıyordum. Ben bu katliamın altında kalmamak için bu kitabı bitirdim. Küfretmek değil ama 'Benim senden aşağı kalır yanım yok!' demek için..."

"Türk olduğunuzu yalan söyleyişiniz ele verir"

"Onca yıllık Asya macerası sonunda Türklere ve Türklerin dünyasına dair çok şey öğrendim. Yolculuğum sırasında bazı davranışlarımızın sebebini öğrenmeye başladım. Dünyada tüm uluslar yalan söyler, fakat bizim gündelik hayatımızda yalan çok daha fazla ve gereksiz yere kullanılıyor. Bunun nedeni göçerlik. Steptesiniz, dört-beş aile kalıyorsunuz, bir baskın oldu gece, sağ çıkmanız lazım. Ayakta kalma içgüdüsüyle yalan söyleyecek ya da şiddete başvuracaksınız. Dünyanın her yerinde Türklerin yalan söylerken mimikleri aynı, gözlerini kaçırıyorlar. Tuva'dakiler sanki Türklerin ilk halleri gibi, daha yabaniler. Türkiye'ye yaklaştıkça daha rafine gruplar çıkıyor. Türklerin en büyük özelliği, yerleşik grupların arasında kaynaması. Yerleşik düzene eklemlendikçe onların şeklini alıyor. Elbette katışıksız Türk yok, olması da imkânsız. Hele Türkiye'de hiç yok. Ben kafatasçı ideolojiye inanmıyorum. Kendini Türk hisseden Türk'tür, ayrımcılığa karşıyım. Türkiye'de birkaç kuşak ötesine gidebilecek, soy ağacını çıkarabilecek kaç kişi var? Göçerliğin getirdiği bir dinamizm var, ama kurumsal bir güven yok. Bu nedenle kendini savunmak zorunda kalıyor, gayet sert ve vahşi bir tip oluyorsun. Göçer oldukları için Türklerin kendilerini koruma/savunma/el atma duyguları çok gelişmiş. Üreten ve yaratan tipler değiller; hep alma, koparma var. Biz ilk kez Atatürk sonrası üretmeye başladık. Musevilik, Maniheizm, Budizm, Şamanizm, Alevilik, Hıristiyanlık; bizde her din var. Anadolu Aleviliği mesela kendine has bir dindir, İran'dakine benzemez. Şamanlığın izleri hala sürüyor. Bizdeki ağaçlara adak adama hikâyesini birçok yerde gördüm. Kitapta çeşitli bölgelerden çekilmiş fotoğraflar, Şaman geleneğinin bir biçimde devam ettiğini gösteriyor. Tuva'da bir kadına neden ağaca kumaş parçası bağladığını sordum. Onlara göre her şeyin bir ruhu var, dağın da ruhu var. Dağ kendisini kabul ettiği için mutlu olduğunu, ona teşekkür ettiğini göstermek istediğini söyledi."


Mavi forum

0 yorum: