25 Mayıs 2007 Cuma

Avucumda Sevda Var / Ahmet Rıza KORKUT




Arka Kapaktan
Önemli Not: Kitabın gelirinin bir bölümü ÖZ-BİR Özürlüler Derneği'ne Bağışlanmıştır.

"Tüyap Kitap Fuarı Açılıyor"














TÜYAP KİTAP FUARI AÇILIYOR


TÜYAP Tüm Fuarcılık Yapım A.Ş ve Türkiye Yayıncılar Birliği tarafından TÜYAP Beylikdüzü Fuar ve Kongre Merkezi'nde gerçekleştirilecek ''25. İstanbul Kitap Fuarı'', kültür ve edebiyat dünyasını bir araya getirecek.
Teması ''Kitap Fuarı'nın 25 Yılı-Bir Yolculuk Öyküsü'', onur yazarı ise Doğan Hızlan olan fuar, yarın açılacak ve 5 Kasıma kadar devam edecek.
Bu yıl gümüş yılını kutlayacak olan fuarda kitapseverler, Alfredo Saad-Filho, John Strelecky (İngiltere), Bharati Mukherjee (ABD), Vasilis Aleksakis (Yunanistan), Jean Michel Thibaux (Fransa), Jamal Mahjoub (İspanya), Garry Kasparov (Rusya), Asne Seierstad (Norveç), Bozhana Apostolova, Miglena Nikolchina, Sofia Nestorova, Silvia Choleva, Mirela Ivanova, Ekaterina Yosifova, Kristin Dimitrova, Hristo Karastoyanov (Bulgaristan), Steve Jones (İngiltere), Kader Abdolah (İran), Gerald Maclean (Kanada), Dragor Jançar (Slovenya), Gerhard Rühm (Avusturya), Claudio Magris (İtalya), Hüseyin Cuma (Suriye), Hazma Berkavi, Halid Ebu Halid (Filistin , Zoran Zivkovic (Sırbistan), Inger Edelfeldt, Ake Edwardsson, Per Olov Enquist, Thomas Halling, Dan Höjer, Asa Lind, Inger Lindahl, Pija Lindenbaum, Barbro Lindgren, Carl-Johan Vallgren, Gunilla Thorgren (İsveç) ile tanışma fırsatı bulacak.
FUAR ETKİNLİK PROGRAMI
Fuarda, yarın açılışın ardından düzenlenecek etkinlikler şöyle:
Interexpo Salonu;
Saat 14.00'te ''Uğur Dündar'dan Günümüze Soruşturmacı ve Araştırmacı Gazetecilik'' konulu söyleşide Uğur Dündar, Belma Akçura, Haluk Şahin ve Nedim Şener, saat 15.45'te ''Ağzımı Hayıra Açtığım Davalarım'' başlıklı söyleşide Senih Özay konuşmacı olacak.
Saat 17.00'de ''Bir Geçmiş, Bir Gelecek, Bir Düş: Allianoi'' adlı söyleşide de Orhan Silier, Nezih Başgelen, Oktay Ekinci, Ahmet Yaraş yer alacak.
Marmara Salonu;
Saat 13.00'te Sadun Aren'in konuşmacı olduğu ''Hayatta Aslolan Yoldur, Molalar Yola Dahildir'', saat 14.00'te Alev Aksoy Croutier'in konuşmacı olduğu ''Üçüncü Kadın: Piyer Loti ve onun Mutsuz Kadınları'' başlıklı söyleşiler gerçekleştirilecek.
Saat 15.15'te ''Everest Yayınları İlk Roman Ödül Töreni'', saat 16.30'da ''2006 Tudem Edebiyat Ödülleri Roman Yazın Yarışması Ödül Töreni'', saat 17.45'te ''Şairlerimiz Kendi Seçtikleri Şiirlerini Okuyor'' başlıklı etkinliğe de Arif Damar, Ahmet Oktay, Kemal Özer, Güven Turan, Eray Canberk, Egemen Berköz, Sürreya Berfe, Tahir Abacı, Mehmet Taner, Sina Akyol, Abdülkadir Budak, Hüseyin Ferhad, Haydar Ergülen, Salih Bolat, Müslim Çelik, Orhan Alkaya, Hayati Baki, Ayten Mutlu katılacak.
Karadeniz Salonu;
Saat 13.45'te ''Kuzey'in Hikaye Anlatıcıları'' başlıklı söyleşiye Per Olov Enquist, Carl-Johan Vallgren, Inger Edelfeldt, Ake Edwardsson, saat 15.30'da ''Sanata Adanmış Bir Ömür'' başlıklı söyleşiye Doğan Hızlan, İhsan Yılmaz, Selim İleri, saat 17.00'de ''İsveçli Bir Feministin Anıları Yalnızca Diş Fırçamla'' başlıklı söyleşide de Gunilla Thorgren, Nilgün Yurdalan konuşmacı olarak yer alacak.
Saat 18.15'te Ali Erdoğan'ın katıldığı ''Tek Kafadan Çok Ses Çıkaran Güldürü'' konulu gösteri gerçekleştirilecek.
Büyükada Salonu;
Saat 14.00'te ''Hayat Kısa Ölüm Uzun... Biz hayattan konuşalım...'' başlıklı söyleşiye Ayşe Kilimci, saat 15.15'te ''İlk Onur Yazarı: Fazıl Hüsnü Dağlarca'' başlıklı söyleşiye Cengiz Bektaş, Ahmet Soysal, Arife Kalender, saat 16.30'da ''Post-Modernizm ve Edebiyat'' konulu söyleşiye Demirtaş Ceyhun, saat 17.45'te ''Latin Amerika'da Neler Oluyor'' başlıklı söyleşiye Sibel Özbudun, Temel Demirer konuşmacı olarak katılacak.
Saat 19.00'da da Müslim Çelik'in konuşmacı olduğu ''Ölmeden Bir Görebilseydim'' başlıklı şiir dinleti gerçekleştirilecek.
Heybeliada Salonu;
Saat 14.00'te Nuriye Akman ''Örtü, Okurlarıyla Buluşuyor'' başlıklı etkinliğe katılıyor. Saat 15.45'te ''Halk Anlatılarının Toplumsal İşlevleri'' başlıklı söyleşiye Muhsine Helimoğlu Yavuz, Metin Turan, saat 17.00'de ''Siyaset ve Kitap'' başlıklı söyleşiye Aydın Cıngı, Ercan Karakaş, Hasan Bülent Kahraman, saat 18.15'te ''Sabri Ülgener ve Düşünce Dünyası'' başlıklı söyleşiye de Ahmed Güner Sayar konuşmacı olarak katılacak.

AZİZ NESİN

sizce aziz nesinin en iyi kitabı? yada sizin en sevgidiniz diyelim?

Gecenin sonuna yoLcuLuk

"Anıların bile bir yaşı,gençliği var ...Onları küflenmeye bırakır bırakmaz her tarafından bencillik böbürlenme ve yalan sızan iğrenç hortlaklara dönüşüverirler...Tıpkı elmalar gibi çürürler ...Kısacası,gençliğimizden söz ederken bir türlü tadını alamıyorduk. İçimize sinmiyordu"
'Gecenin sonuna yolculuk'


"KANLA ve özdeyişlerle yazan, okunmak değil, ezberlenmek ister" Friedrich Nietzsche
"...BU dünyadan, bu dünyanın korkunç savaşlarından, bu dünyadaki aşağılık sömürüden, zorbalıktan, saçmalıktan hoşnut olmayan, ama tüm bunları yaşamın kaçınılmaz koşulları olarak yaşayan insanlarla tanışacaksınız bu romanda. Yaşamlarına, ezilmişliklerine, hiçliklerine, pisliklerine, kimi yerde başeğen, kimi yerde başkaldıran insanlarla..." diyor Ferit Edgü kitap için yazdığı önsözde.
Dünyanın en iyileri arasında sayılan ve şüphesiz bir klasik olan yapıt, Fransız edebiyatının en güçlü ve tartışmalı isimlerinden olan Dr. Louis-Ferdinand Destouches ya da Celine (1894-1961) tarafından 1932'de kaleme alındı. 1940'lardan sonra izine rastlanmayan eserin ilk elyazmalarıysa 2001 yılı baharında bir satış kataloğunda ortaya çıktı ve büyük yankı uyandırdı. Bu arada The Doors hayranlarını ilgilendirecek bir ek bilgi olarak Jim Morrison'un End Of The Night şarkısını, bu kitaptan esinlenerek yazdığını belritmekte fayda var. Biz esinlendi diyoruz ama sözlerin düpedüz çalıntı olduğunu iddia edenler de var.


Ve bütün kitapÇılarda tükenmiş yada satılmıo ikinci el ve e-kitapta yok öljem :((

ATLAS SİLKİNDİ

ÖNSÖZDÜR

Karşımda iki arkadaş grubu var. Bir derenin kıyısında oturuyorlar. Şimdi birbirlerine düşmanlar Ellerindeki taşları öfke ve nefretle sıkarak birbirleriyle konuşuyorlar. Ben iki grubun tam ortasında oturuyorum. Havadaki gerilimin fotoğrafını çekiyorum. Derenin sesine biraz uzakta. Fabrikanın grev davulu karışıyor. İki grup da sendikanın yönetimini ele geçirmek istiyorum Konuşmalardaki sessiz gerilim solcu bir sokak tiyatrosundan gelen tiradla kesiliyor. Tiyatrocun sözlerine iki grup da hak verip, kaldıkları yerden düşmanlığa devam ediyorlar. Bir polis helikopteri fabrikanın üstünden dereye doğru daireler çizerek üzerimizde dolanıyor. B sendikanın gazetesini çıkarıyorum, grevin fotoğraflarını çekiyorum.

Eski arkadaşlar şimdi birbirlerine nefretle bakıyor.5-6 kişilik gruplarıyla ellerinin içine aldık' taşları birazdan çıkacak kavga için hazırlıyorlar. Ceketlerini açıp silahlarını gösteriyor Konuşma devam ediyor ve birbirlerine aynı şeyi söylüyorlar: 'Burdan Gidin, Bu Fabr Bizim.' Bir halk ozanı lafı alıp 'bu fabrika bizim' diye kötü bir mikrofona bağırıyor. İşçiler türküye katılıyorlar. Bir jandarma aracı gelip duruyor. Komutan etrafa bakıp, 'Bu Fabr Esas Bizim' diyor. Bir emekçi ressam 'Benim İşçilerim' adlı sergisini açıyor. Sokak tiyatrosunun oyuncuları resimleri çok beğeniyor. Havadaki gerilim devam ediyor. Maliye Bakanlığı'ndan grup bu fabrikadan daha fazla vergi almak için minibüsten iniyor. Onlar da bu fabrika kendilerine ait olduğunu düşünüyor. Aynı anda derenin kenarında kavga çıkıyor. Eski arkadaşlar Fabrika Bizim diye kavga ediyor, birbirlerini dövüyor. Kanları derenin suyuna karışıyor...

4 gün sonra fotoğraf makinemin kapağını grev çadırında bulma umuduyla fabrikaya gidiyor Fabrikanın sahibi olduğunu iddia eden grevciler, sendikacılar, maliyeciler, jandarma tiyatrocular, ressamlar, türkücüler, polisler, solcu üniversiteliler, gazeteciler... Hiçbiri ortada yoktu. Derenin sesinden başka hiçbir ses duyulmuyordu. Rüzgarın sesi yerdeki gazete parçalarının üzerinden geçip derenin sesine karışıyordu. Dört gün önceki grevin di zurnasından, polisin helikopterinden, maliyenin minibüsünden, sokak tiyatrocular haykırışlarından, işçilerin heyecanlı sloganlarından, sendika için kavga eden arkadaşlar çığlıklarından geriye kocaman, ağır ve derin bir sessizlik kalmıştı. Kafamı kaldırıp sessiz nedenini anlamaya çalışıyorum. Bana herkesin nereye gittiğini, bütün bu insanların nasıl olduğunu, bu ölüm sessizliğinin nedenini söyleyecek birini arıyorum, kimseyi göremiyor Fabrikanın kapısında asılı duran bir küçük levhadan başka. Yorgun, sessiz bir küçük levha küçük yazı, bir küçük kelime. Hayatımın bütün sorularının cevabı. Fabrikanın Esas S/* Girişteki Büyük Kapıya bir Tek Söz Yazıp Çekip Gitmişti...Kapalı

Atlas Silkindi bütün yaratıcıların Kapalı levhasını asıp gittikleri günü anlatıyor. Bütün yapan edenlerin, kendisi için çalışıp farkında olmadan bizlere hizmet eden bütün benlerin ç gittikleri gün bizlerin, yani şikayet edenlerin şikayet edecek kimseyi bulamadığı o kor günü gösteriyor. Bizlerin beni nasıl sömürdüğünü resmediyor. Kitabı okurken karar verecek Yapan edenlerden misiniz, yoksa şikayet edenlerden mi? Eğer şikayet edenlerdensen kitabı okumayın, utanırsınız!



Ayn Rand; Çeviren: Belkıs Çorakçı Dişbudak
Plato Film Yayınları;
İstanbul, 2006, 15 x 21 cm, 1190 sayfa, Türkçe, Karton Kapak.
ISBN No: 9756381108

"KeŞKe"sİz BiR YaŞaM İçİn İLeTiŞiM

"SÖYLEDİKLERİMİ İŞİTİN LÜTFEN "
Bana aldanmayın!
Yüzüm bir maskedir,sizi aldatmasın
Binlerce maskem var,
Çıkartmaya korktuğum,
Ve,
Hiçbiri ben değilim.....
Olmadığımı göstermek
İkinci doğam oldu.

"Kendinden emin biri" dersiniz,
Sanki güllük gülistanlık
Benim için her şey...
Adım güven belirtir,
Ve,
Oyunumun adı "Ağırbaşlılıktır"
İçimde ve dışımda denizler sakin,
Her şeyin kumandanı ben....
Kimseye gereksinme duymayan
Ben......
Fakat,inanmayın bana,
Lütfen!......

Her şey dışta düzgün ve cilalı,
Hiç yıpranmayan,her zaman saklayan
O maske!.....
Altta ne güven,ne de rahatlık....
Altta,
Karışıklık,korku ve yanlızlık içinde bocalayan
Gerçek ben!.....
Ama saklarım bu gerçeği savunuculukla...
Kimsenin bilmesini istemem....
Zayıf taraflarımı gördükçe,
Titrer ve sararırım.....
Ve başkaları görürse iç dünyamı....
Gerçek ben yanlızlığımı!

İşte,
Maskelerimi onun için takarım....
Onun için,arkalarına saklanıcak
Maskeler yaratırım....
Onlar,
Gösterişte kullanabileceğim
Parlatılmış yüzlerim.
Beni korur,bakan gözlerden.

Beni olduğum gibi kabul edecek,
Sevecek
Bakışlar bulamazsam,
Solacak kuruyacak gerçek ben...
Ve,
Ben bunu biliyorum.
Beni kendi maskelerimden kurtaracak,
Kurduğum hapishaneden kurtaracak
Diktiğim engellerden aşıracak,
Beni seven,
Beni anlayan
Bakışlar olacak.
Bana,
"Sen değerlisin" diyecek,
"Maskesizken,daha bir insansın"
"Daha yakın,daha bir dostsun"
Diyecek bir bakışa
Beni gören bir bakışa
Muhtacım.....

Benim yanıma sokulman kolay olmayacaktır!....
Uyarırım seni dost!....
Uzun yıllar kendimi yetersiz hissetmiş ben,
Sana kendini kolayca açamayacaktır....
Bütün gücümle tutunacağım maskelerime,
Ne kadar sokulursan yakınıma,
O denli şiddetli geri iteceğim seni...

Kim olduğumu merak ediyormusun?
Hiç merak etme...
Ben çevrendeki
Her erkek ve kadınım....
MaSKe takan her İnSaNıM.
"CHARLES C.FINN"
(Çeviren :Doğan Cüceloğlu)

"Keşke çocuğumla daha çok zaman geçirseydim"
"Keşke vicdanımın sesini dinleseydim!"
"Dilim tutulsaydı da keşke söylemeseydim!"

Ne kadar sık duyarsınız "keşke" sözcüğünü."Şimdi bildiğimi keşke gençliğimde bilseydim!" diyen kişi,verdiği yanlış kararlarda duyduğu pişmanlığı dile getirir.Haksız mı?Bize verilen şu ömürden başka neyimiz var?
"Keşke" siz bir yaşam için kim olduğunu ve ne istediğini bilmek yetmez;varoluşunu yaşamayı ve paylaşmayı da bilmek gerekir.Bir düşünün;Pişmanlıklarınızın çoğunun insan ilişkilerinden kaynaklandığını görürsünüz.
Bu kitap,ailede,işyerinde ve toplumda sağlıklı insan ilişkilerine önem veren,"keşke"siz bir yaşam isteyen insanlar için yazıldı;yaşamınızın sonunda."Keşke kendi hayatımı yaşayabilseydim!" dememeniz için!

"Keşke"siz Bir Yaşam İçin İletişim___Doğan Cüceloğlu

deneme şikşlkbte

Yau merak ettim :)

arkadaşLar aranızda 'Atlas siLkindi' kitapını okuyan varmı? geçen kitaplara bakıodum görünce ürktüm kitap Çok kalın fiyatıda epey var ama önsözü manyak güzeL...aLsam degermi? 30 miLyon boru degeL mauahah

Pratik Nedenler: Eylem Kuramı Üzerine

Pierre Bourdieu, kendi kuşağının sosyal bilimcilerinden, kuram ve ampirik araştırmadan birini diğerine tercih etmemekteki kararlılığı ve bizatihi felsefe ve sosyal bilim alanlarının sosyolojisini yapmaktaki ısrarıyla ayrılır. Pratik Nedenler, onun yaklaşık elli yıla yayılan çalışmalarından doyurucu bir kesit sunuyor.

Felsefe ve sosyal bilimler alanının son otuz yılına Fransız kökenli –ve çoğu zaman, kabullenmekte pek de gönüllü olmadıkları ‘yapısalcılık sonrası’ etiketi altında toplanan- düşünürler damgasını vurdu. Zaman zaman aynı etiketle anılan ve aslında yapısalcılık sonrası düşünürlerinin hemen tümüyle epistemolojik ve yöntemsel meseleler üzerinden bir derdi olan Pierre Bourdieu, günümüz sosyal biliminde hem kuramla ampirik araştırma hem disiplinler arasındaki sınırları son derece titiz çalışmalarıyla zorlamış bir bilim insanıydı. Düşünsel formasyonunda sosyolojinin üç büyüğü kabul edilen Marx, Durkheim ve Weber kadar, Pascal, Wittgenstein, Heidegger, Merleau-Ponty gibi felsefecilerin, Levy-Strauss, Marcel Mauss gibi antropologların yoğun biçimde etkili olduğu yazar, hem varlık anlayışları hem yönelimleri bakımından birbirinden çok farklı olan bu düşünürlerden aldıklarını harmanlayarak çağımızın en etkili sosyal bilim kuramlarından birini ortaya koymuştu. 2002 yılında ölen yazarın ürettiği metinler, sosyal bilimler alanında çalışanların yolunu açmayı sürdürüyor. (Bourdieu’nün yaşam öyküsü ve yapıtlarının birkaçının kısa tanıtımı için Kitap Gazetesi’nin eski bir sayısına bakılabilir:
Türk okuru Pierre Bourdieu’yle ilk kez, 1995 yılında Pratik Nedenler adlı kitabıyla tanışmıştı. Bourdieu’nün felsefeden antropoloji ve sosyolojiye uzanan çalışma alanının oldukça önemli bir kısmını kapsayan kitabın ikinci baskısı on bir yıl sonra yapıldı. Yazarın başka dillere en çok çevrilmiş kitaplarından biri olan Pratik Nedenler, bu özelliğini yazarının düşüncelerini, kavramlarını ve yöntemini, onun çalıştığı çok değişik alanları, sosyal bilimlerin en merkezi sorunlarından biri olan ‘toplumsal eylem’ etrafında bir araya getirmesine borçlu. Dahil olduğu Fransız felsefeci/ sosyal bilimci kuşağının birçok üyesi gibi Bourdieu de ancak yapıtları 1980’lerde ABD üniversitelerinde ilgi görmeye başladıktan sonra belli bir tanınırlığa erişti ve yine kuşağın birçok yazarında olduğu gibi onun yapıtları da ABD akademilerindeki genellikle yararcı ve yüzeysel okumalar üzerinden tanındı. Üstelik akademik kariyer yarışının körleştirici bir uzmanlaşmayı her yerden daha çok teşvik ettiği bu ülkede, belli yapıtların okunup diğerlerinin değerlendirilmemesi genellikle bu kısmilik nedeniyle yanlış anlaşılmasını birlikte getiriyordu ve yazarın Amerikalıların sınıflandırma ve tartışma biçimleriyle de sorunları vardı:
Sık sık düşüncelerimin genel olarak postmodernistlerin şemsiyesi altına girmiş olan kampüs radikalizminin üyelerininkilerle uyuşmadığını gördüm (Bunlar [...] herhalde benim yapıtımın ABD’deki alımlanma biçimine götüren bir bağ buldular: [Bourdieu] modern mi postmodern mi, sosyolog mu felsefeci mi, ya da ikincil olarak, antropolog mu sosyolog mu; hatta sağ kanattan mı, sol kanattan mı?)
Pratik Nedenler, Bourdieu’nün bu kolaycı, yanlış ve aşırı yorum döngüsüne verdiği bir yanıt sayılabilir. Yazarın, çeşitli tarihlerde Fransa, Almanya, Hollanda, Japonya ve ABD’de verdiği konferansların kitaplaştırılmış hali olan Pratik Nedenler, yazarın yukarıda sözü geçen üç disiplindeki tartışmalarının birbirinden koparılamayacağını ortaya koyuyor. Bu anlamda, kitabın çarpıcı tarafı kendi metinleri üzerine yaptığı açıklayıcı konuşmalar ve kendi özetleri üzerinden Bourdieu’yü tanıtıyor olması; çok yönlü bir düşünür olan Bourdieu’nün olabilecek en bütünsel görüntüsünü bir cilt halinde sunması. Bourdieu’nün sosyolojinin temel işlevine dair düşündükleri, daha Türkçe’deki ilk baskıya yazdığı önsözün başında, böyle bir işlevin ülkemiz için taşıdığı önemle birlikte anlatılıyor; bu paragrafta yazarın sosyal bilimlere biçtiği muhalif ve kurucu rol de seziliyor:
Benim tasarladığım biçimiyle toplumbilimin, toplumsal olarak zorlanan düşüncenin rutinlerinden, siyasal, dinsel, kültürel tüm hizaya getirme biçimlerinden kurtulmak isteyenler için büyük yardımı olabileceğini düşünüyorum. Hatta bana öyle geliyor ki, -ama tabii yanılıyor da olabilirim- Türkiye gibi coğrafya ve tarihiyle, iki uygarlık, iki kültürel ve dinsel geleneğin sınırında bulunduğundan dolayı şu ya da bu biçimiyle evrenselin emperyalizmi ile temelinde bu emperyalizme gösterilen, çoğunlukla karanlık ve gerilemeye yönelik tepkiler olan tikelcilik ve geleneğin iddiaları arasında, akıl için hem kurmaca hem de çılgınca bir çatışma riskine özel olarak açık bir ülkede, her yerde olduğundan daha yararlıdır.
Kitabın 1.-5. bölümleri arasında kalan kısmı, bir felsefeci ve bir antropolog olarak da Bourdieu’nün tecrübelerinin izini açıkça yansıtsa da, daha çok onun sosyolojiye yaptığı katkılardan oluşuyor. İlk bölüm, yazarın fizikten sosyal bilimlere taşıdığı ‘alan’ kavramı ve ona dayanarak oluşturduğu ‘toplumsal uzam’ kavramı üzerinden toplumsal tabakalaşma konusuna katkılarına değiniyor. Burada Bourdieu’nün Cassirer ve Bachelard gibi bilim felsefecilerine borçlu olduğu bağıntısal epistemolojinin çalışmalarının biçimlenişinde kapladığı yer açıkça gösteriliyor. Metin açıldıkça, ilk olarak La Distinction kitabında biçimlendirilmiş kavramsal tabanın genişlediğine tanık oluyoruz: Sermaye kavramının iktisattaki kullanımıyla benzeşim kurularak yaratılmış kültürel sermaye kavramı– terimi bu biçimde ilk kullanan Bourdieu olmasa da bugün 'kültürel sermaye' neredeyse her zaman onun adıyla birlikte anılmaktadır- , yaşam tarzı, tarihsel değişim ve sınıf konumu arasında bağlantı kuran habitus, yatkınlık ve toplumsal konum kavramlarının tanım ve tarifleri “Toplumsal Uzam ile Simgesel Uzam” başlıklı bu bölümde işleniyor.
İkinci bölüm, kültürel ve simgesel sermaye kavramlarını, bu sermayelerin edinilmesinde ya da bunlardan yoksun bırakılmakta okul kurumunun oynadığı rolle birlikte ele alarak, onların olgusal içeriğine örnekler sunuyor. Üçüncü bölümün konusu kuruluş ve işleyişleriyle ‘kültürel üretim alanları’. Çağımızda geçerli olan sanat sosyolojilerinin epistemolojik sorunları üzerinde kısaca durduktan sonra Bourdieu, genellikle modern toplumda ‘büyüsü bozulmayan’ bir etkinlik alanı olarak kabul edilen sanatın büyüsünü, onun da başka herhangi bir alan gibi kendisine özgü bir sermaye türüne ve üreticilerinin ve tüketicilerinin (alımlayıcılarının) çıkarlarına dayandığını göstererek bozuyor. İzleyen bölüm “Devlet Zihniyetleri’ genel olarak bürokratik alanın doğuşu ve yapısıyla ilgileniyor; devletin sermaye, aile ve kültürle ilişkilerini ve insan öznelliğinin biçimlenişinde en etkili kurum olduğunu gösteriyor.
İlk bölümlerde ortaya konan sosyolojik taban, veriler ve saptamalar kitabın bölümleri arasındaki en önemli bağlantıyı sağlayan ‘toplumsal eylem’in üzerinde biçimlendiği uzamla, onu saran ve kalıba döken yapıların çeşitli haritalarını sunuyordu. “Çıkar Gütmeyen Bir Edim Olabilir mi” bölümü ise, Bourdieu’nün akademik kariyerinin başlangıcında yer eden felsefeye dönüyor ve öznenin kendi eylemini nasıl tasarladığı ve toplumbilimcinin onun eylemini tasarlayışını nasıl tasarladığı sorununu ele alıyor. Kestirmeden gidilirse, Bourdieu başlıktaki soruyu her zaman “Hayır” diye yanıtlar; bununla birlikte özellikle sanat, bilim ve din gibi ya ‘yüceltilmiş’ ya da kendi başına ereği olduğu varsayılan alanlarda eylemler ‘çıkar gütmez’ davranışların bilinçli ‘yarar’ hesaplarına dayanmasalar bile, eyleyicilerin, her alanın oluşturduğu bir yatırım rejimi ve onunla bağlantılı simgesel bir kâr elde etmeye yönelik bilince gelmez bir motivasyona sahip olduklarını (illusio) ortaya koyar. Burada, Bourdieu’nün ‘toplum felsefesi’ denebilecek bir alana en büyük katkılardan birini yapan La Sense pratique ve L’Esquisse d’une theory de la pratique adlı henüz Türkçeleştirilmemiş kitaplarında geliştirilmiş ‘pratik kuramı’yla ilgili önemli ipuçları da bulunuyor.
“Simgesel Malların Ekonomisi” adlı bölüm, Bourdieu’nün sosyal bilimler alanına kesin bir biçimde yerleşmesini sağlayan, 1960’ların başında Cezayir’de yaptığı antropoloji/ etnoloji araştırmalarında geliştirdiği yöntem ve kavramların Batılı kapitalist toplumlara nasıl uygulanabileceğini gösteriyor. Bu kavramların belki de en önemlileri, maddi/ manevi, bedensel/ ruhsal gibi ikilikleri de kısmen aşmayı sağlayan simgesel mübadele, simgesel sermaye, simgesel ekonomi ve simgesel şiddet kavramları. Bölüm, gerek toplumsal tabakalaşmadaki statülerin örneğin, neden sınıf bilinci ya da sınıfsız toplum aleyhine bu kadar dayanıklı olduklarını anlamak isteyenler, gerekse bir önceki bölümde anlatılan ‘pratik kuramı’nın, -insanların yaptıkları şeyleri neden yaptıkları ve neden ‘öyle’ yaptıkları meselesinin- antropolojik açıklamasını merak edenler için yazılmış gibi.
Sekizinci bölüm “Skolastik Bakış Açısı” ve onu izleyen numaralandırılmamış son bölüm “Ahlakın Çelişkili Bir Temeli” yine Bourdieu’nün önceki bölümlerde de zaman zaman ele aldığı skolastik bakış açısıyla, aslında kendisi de belli tikel çıkarlara dayanan ve dayandığı bu çıkarlar gösterilmedikçe bir paradoksa dönüşen evrenselliğin ve evrenselciliğin eleştirisini içeriyor. Bourdieu’nün yaklaşık elli yıl süren bilimsel çalışmalarından doyurucu bir kesit sunan Pratik Nedenler, Bourdieu düşüncesini bütün olarak kavramak isteyenler için uygun bir başlangıç noktası sunuyor

Tarihçi Işın Demirkent’i Kaybettik

Haçlı Seferleri’ni Türk tarihçiliği açısından değerlendiren en önemli tarihçi olan Demirkent, aynı zamanda Dünya Yayınları’nın kurucularındandı.

Haçlı Seferleri tarihinin en önemli araştırmacılarından olan Prof. Demirkent, yıllarca çalıştığı İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü’nde yüzlerce öğrenci yetiştirmiş, tecrübeli bir hocaydı. Frankfurt Üniversitesi’nde bulunduğu yıllarda başladığı çalışmalarıyla, ülkemizde pek az okurun ilgi gösterdiği Selçuklu ve Bizans Ortaçağı ve Haçlı Seferleri konusunda dünyanın en tanınmış bilim insanlarından biri haline gelen Demirkent Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (1098-118), Urfa Haçlı Kontluğu Tarihi (118-1146), Sultan I. Kılıçarslan, Haçlı Seferleri, İstanbul Albümü, Ioannes Kinnamos’un Historia’sı, Osmanlı Döneminde İstanbul, Niketas Khoniates’in Historia’sı ve Bizans Tarihi Yazıları adlı kitapların yazarıydı. 68 yaşında aramızdan ayrılan Demirkent 6 Şubat 2006 günü İstanbul Üniversitesi ve Dünya Gazetesi’nde yapılan törenlerden sonra Aşiyan Mezarlığı’nda toprağa verildi.

Atıf Yılmaz’dan Veda

Türk sinemasının en yaratıcı ve verimli yönetmenlerinden biri olan Atıf Yılmaz hayatını kaybetti.

Atıf Yılmaz Batıbeki, 1925 yılında Mersin’de doğdu. Yükseköğrenimini İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi'nde ve Devlet Güzel Sanatlar Akademisi'nde yaptı. 1947'de Tavanarası Ressamlar Topluluğu'na katıldı. Aynı yıllarda Beş Sanat dergisinde sinemayla ilgili yazıları yayınladı. Bir ara senaryo ve sinema afişleri yaptı.
1950'de sinemaya geçti; yönetmen Semih Evin’in asistanı olarak çalıştı. Bir yıl sonra Kanlı Feryat filmiyle yönetmenliğe başladı. 1960'da Orhan Günşiray ile birlikte "Yerli Film" yapımevini kurdu. Çeşitli sinema derneklerinde ve sendikalarında görev aldı. Özellikle köy yaşamını anlatan ve toplumsal içerikli filmlerde başarı sağladı. Çoğunlukla kendi yönettiği filmlerin senaryolarını kendi yazdığı gibi başka yönetmenlere için de senaryolar yazdı. Filmleri yurtiçinde ve yurtdışında çeşitli ödüller kazandı. 1980’lerden itibaren yönettiği kadın filmleriyle Türk sineması içinde çok özgün bir konuma yerleşti.
Atıf Yılmaz Batıbeki’nin önemli filmleri arasında Mezarımı Taştan Oyun , Şimal Yıldızı, Yaşamak Hakkımdır, Bir Şoförün Gizli Defteri, Keşanlı Ali Destanı, Muratın Türküsü, Taçsız Kral, Yedi Kocalı Hürmüz, Güllü, Zulüm, Günahsızlar, Ah Belinda, Baş Belası, Baskın, Yangın Var, Adak, Talihli Amele, Delikan, Dolap Beygiri, Kibar Feyzo, Selvi Boylum Al Yazmalım, Mine, Dağınık Yatak, Değirmen, Adı Vasfiye, Asiye Nasıl Kurtulur, Bir Yudum Sevgi, Eğreti Gelin sayılabilir.

Nefret Adamı

Onun yanılsamaları, kendisinde gördüğü yanlışları düzeltecek iradesi yoktur. Dokunduğu her şey kurur ve umutsuzluktan, kuşkuculuktan, hiççilikten oluşan bir pislik içinde, gözden kaybolur.” Céline hakkında yazılmış en önemli incelemelerden biri olan Man of Hate’te (Nefret Adamı, 1974) Bettina Knapp böyle diyor.

“Bu dünyada zamanımızı birbirimizi öldürerek ya da birbirimize taparak geçiririz. ‘Senden nefret ediyorum. Sana tapıyorum.’ Yol almaya devam ederiz; depoyu doldurur, sonra yeniden doldururuz; kendimizi var kılmak en büyük zevklerdenmişçesine, her şey söylenip her şey yapıldıktan sonra bu bizi ölümsüz kılacakmışçasına, azgınlıkla ve bedelsiz olarak kendi ömrümüz içinde bir sonraki yüzyılın iki ayaklısına dönüşürüz. Öyle ya da böyle, öpüşmek de kaşınmak kadar kaçınılmazdır.” (Gecenin Sonuna Yolculuk’tan)
Céline, 1894'te Louis Ferdinand Destouches adıyla Seine bölgesindeki Courbevoie kasabasında doğdu. Babası bir sigorta şirketinde çalışıyordu; annesi ise dantel örmekte ustalaşmıştı. Yazar Paris’te büyüdü; annesi şehrin ünlü pasajlarından Choiseul’de bir dükkanda çalışıyordu. Céline, öğrenimine Aşağı Saksonya’daki bir okulda başladı; daha sonra bir İngiliz okulunda yatılı olarak okudu ve çeşitli şirketlerde çalışmaya başladı.
1912’de, 18 yaşındayken süvari olarak askere alındı. Birinci Dünya Savaşı’nda Ypres’teki çatışmalar sırasında ciddi biçimde yaralandı. Savaş ona hafif biçimde sakatlanmış bir kol, dinmeyen başağrıları ve kafasının içinde hiçbir zaman kurtulamayacağı çınlama ve vızıltılar bıraktı. Yaşamöyküsel romanı North’da (1960) bu seslerin kimi zaman trombon ve tüm aletleriyle bir orkestraya dönüştüğünü anlatır. Gösterdiği yüreklilik nedeniyle madalya kazanan Céline’e yüzde yetmiş beş oranında maluliyet maaşı bağlandı.
Savaşın kalan bölümünde Fransa’nın Londra elçiliğinde pasaport bürosunda görev yaptı. 1916’da bir kereste şirketinin Kamerun şubesinde çalıştı; sıtma ve dizanteriye yakalanınca ülkesine geri gönderildi. 1915’te bir Londra barında çalışan Suzanne Nebout’la evlendi; ancak bu evlilik Fransız elçiliğine kaydettirilmedi. Céline, ikinci evliliğini bir tıp okulu yöneticisinin kızı olan Edith Follet’yle 1919 yılında yaptı. Daha sonra Rennes’da tıp öğrenimi görmeye başladı; diplomasını1924’te Paris Üniversitesi’nden aldı. Sonraki yıl doktorluğu bırakarak Milletler Cemiyeti hesabına çalışmaya başladı. İkinci evliliği de 1926’da bitti.
Milletler Cemiyeti’ndeki işi Céline'e İsviçre, Kamerun, ABD, Küba ve Kanada’yı dolaşma fırsatı verdi. Detroit’teki Ford fabrikalarında toplumsal sağlık sorunları üzerinde çalıştı. 1928’de Paris banliyölerinden birinde özel muayenehane açtı; ardından 1931’de Clichy’de bir belediye kiliniğinde işe başladı.
“Gelecekten söz edenler alçaktır. Önemli olan şimdidir. Gelecek kuşaklardan söz etmek kurtçuklara nutuk çekmektir.” (Gecenin Sonuna Yolculuk’tan )
Clichy’de çalışırken Céline ilk danslı oyunlarını yazdı ve romancı olarak çıkışını 1932’de Gecenin Sonuna Yolculuk’la yaptı. Aslında büyükannesininadı olan takma adı Céline’i de ilk kez bu romanda kullandı. Kitap hem aşırı sağcı Leon Daudet’ye hem de sürgündeki sosyalist önder Leon Troçki’ye övgüler vardı. Kitap Renaudot ödülünü kazandı. Romanın anlatıcısı Ferdinand Bardamu’nun Céline’le birçok ortak yanı vardır. Olaylar öyküye uygun olarak değiştirilmiş olsa da, birinci tekil şahıs üzerinden anlatılan ve sıklıkla yerel argoya başvuran kitabın konusu yazarın 1913’le 1932 arasındaki yaşamıyla örtüşür.
Anarşist olduğunu söyleyen Bardamu’nun toplumsal intikam için ettiği dua şöyledir: “Dakikaları ve kuruşları sayan bir Tanrı; domuz gibi homurdanan çaresiz, şehvetli bir Tanrı. Düşen, düşüp duran, hep sırtüstü, okşayışlara hazır altın kanatlı bir domuz; odur efendimiz. Gel, öp beni.” Roman, kahramanın Birinci Dünya Savaşı siperlerindeki serüvenlerini, Afrika’daki ticari görevi sırasındaki deneyimlerini, Ford’un bir fabrikasındaki cehennemi çalışmasını ve savaş sonrası Paris’teki doktorluğunu aktarır.
“İşçilerin bu leş gibi yağ kokusuna, genzi yakan ve kulak zarlarınıza içeriden saldıran bu buhara sonsuza kadar son vermek yerine, onlara mümkün olan tüm hazları verme niyetiyle makinelerin üstüne eğildiğini ve art arda civataları ayarladıklarını görmek mide bulandırıcıydı. Boyun eğmiş olmaları bir utanç değildi. Gürültüye bir savaşa teslim olur gibi teslim olursunuz. Makinenin başında kendinizi kafanızın üstünde dingildeyen üç düşünceye bırakırsınız ve bu sonunuz olur.” (Gecenin Sonuna Yolculuk’tan)
Céline’in ikinci romanı olan 1936 tarihli Mort a credit de eleştirmenler tarafından başarılı bulundu. Kitap, Gecenin Sonuna Yolculuk’un kahramanı Ferdinand’ın çocukluğuna bir ziyaret olarak okunabilir. Yapıtta, Ferdinand’ın şiddet düşkünü babası ve çocuk felcinden çok çeken, hayatını kazanmak için tezgahtarlık yapmak zorunda kalan annesi önemli karakterler olarak dikkat çeker. Kitabın yayımından kısa bir süre düştüğü notlarda Céline şöyle yazar: “Çalıştığım klinik olan Linuty vakfında anlattığım öyküler hakkında çok şikayet aldım.” Romanda Ferdinand birkaç kez evden kaçar ve mucit ve balon pilotu Courtial des Pereires’e yaptığı dolandırıcılıklarda yardım eder.
Aynı yıllarda Sovyetler Birliği’ne yaptığı yolculuk Céline için düşkırıklığı oldu. Yazdığı balelerden birkaçının Leningrad’daki Marinski Tiyatrosu’nda sahnelenme girişimi başarısızlıkla sonuçlandı; bunun yanında Céline tanık olduğu Sovyet rejiminden hiç hoşnut kalmadı. 1937’de yayımlanan Mea Culpa adlı risalesinde bu rejim hakkındaki düşüncelerini oldukça sert biçimde dile getirdi. Aynı dönemde üçüncü romanı üzerinde çalışan yazar, yaklaşmakta olan büyük savaşa engel olmak için çeşitli etkinliklerde bulundu. Céline, dünyanın onu büyük bir savaşa sürükleyecek bir Yahudi komplosuyla karşı karşıya olduğunu iddia ediyordu. Pasifist nitelikler de taşıyan anti-semitik kitapçıklarda dile getirdiği düşünceleri nedeniyle yargılandı ve birkaç kez mahkum edildi. Céline’in siyasi idealleri Nazilerinkilerle büyük ölçüde örtüşmesine rağmen, yazar bizatihi Hitler’in Yahudi ve savaş komplosunun yöneticilerinden olduğunu iddia ederek faşistlerin de tepkisini çekti. Yazarın, bir konferans sırasında Yahudiliğin ve Marksizmin tiranlığından söz eden bir konuşmacının sözünü keserek ona neden Aryanların gerizekalılığından söz açmadığını sorduğu rivayet edilir. Birçok eleştirmen, Céline’in aşırı sağcı tutumunun onun küçük burjuvaziye özgü olan, dönem açısından tipik korkularıyla ilgili olduğunda birleşir.
Céline, 1936 yılında Lucette Almanzor adlı bir dansçıyla tanıştı ve kısa süre sonra onunla evlendi. Yazarın daha önce de dansçı kadınlarla ilişkileri olmuştu; nitekim Gecenin Sonuna Yolculuk da bir dansçı olan Elisabeth Craig’e adanmıştı. Almanzor’la evliliği yazarın son evliliğiydi. Genç kadın, son derece kıskanç bir karakteri olan Céline’e tahammül etmeyi başardı ve öldüğü güne kadar onun yanında oldu. Lucette Almanzor Destouches’un evliliğini anlatan anıları 2001 yılında yayımlandı.
İkinci Dünya Savaşı patladığında Céline, Fransız donanmasına bağlı, daha sonraları bir Nazi denizaltısı tarafından batırılacak olan Shella adlı gemide gönüllü doktorluk yapıyordu. 1940’da Fransa’nın düşüşünden sonra Céline, ülkenin ünlü direniş hareketinin saflarında olmadı. Birkaç şehir hastanesinde çalıştı; 1943’te Londra’nın Birinci Dünya Savaşı sırasındaki yeraltı yaşamını anlatan ve kahramanının uygarlığın çöküşüne tanıklık ettiği Guignol’s Band’ı yayımladı.
İşbirlikçi olup olmadığı uzun süre tartışılan Céline, Fransa’nın İkinci Dünya Savaşı sonlarındaki kurtuluşu yaklaşırken eşiyle birlikte Berlin’e kaçtı. BBC, bir radyo yayınında yazarın hain olduğunu ilan etmişti. Almanya’da da şansı pek yaver gitmedi. Bir süre Almanya’da tutuklu kaldıktan sonra yazar harap olmuş ülkeyi dolaştı; daha sonra da Danimarka’ya geçti. Fransız direnişçilerin suçlamaları nedeniyle Danimarka’da da bir yıl hapis yattı ve ancak sağlık sorunları nedeniyle serbest bırakıldı. Sonraki birkaç yılını Baltık Denizi kıyısındaki Korsør’da sürgün olarak geçirdi. Sürgün hayatı sırasında Fransa’da hakkında açılan davada gıyabında mahkum edildiyse de 1951’de aklandı ve ülkesine dönmesine izin verildi. Hayatının yaklaşık son on yılını Paris yakınlarındaki Belleuve’de geçirdi. 1945 sonrasında yayınevlerine yaptığı başvurular kabul edilmedi, ancak ünlü yayınevi Gallimard 1952’den itibaren yazarın yeni kitaplarını basmaya başladı. İki cilt halinde basılan Féerie pour une autre fois’yı (1952-1954) 1957’de yayımlanan D’un chateau a l’autre izledi; ancak bu kitaplar büyük ihtimalle yazara savaş yıllarından kalan lekeler nedeniyle okur kamuları ve eleştirmenler tarafından hoş karşılanmadı. Son romanı Rigadon’u bitirdikten kısa süre sonra Céline 1 Temmuz 1961’de felç geçirerek öldü ve Bas Meudon’daki küçük mezarlığa gömüldü. Céline’in çalışmaları, yazarın aşırı sağcı yaklaşımlarının gölgesi altında kalmışsa da yaratıcı bir yazar olduğu çoğu kez teslim edilir. Andre Gide, Céline’in yazdıklarını şöyle yorumlamıştır: “Céline’in çizdiği gerçek değil, gerçeğin kışkırttığı sanrılardır.” Yazar, yazdıklarında kullandığı argoyu büyük ölçüde Parisli şair Jehan Rictus’a borçludur. Adı anti-semitizm ve anti-komünizmle birlikte anılmasına karşın, Céline’in yazılarının savaşa, sömürgeciliğe ve kent hayatının kabussu etkilerine karşı çıkan nitelikleri savaş sonrası dünya edebiyatının önemli yazarlarından Henry Miller, Kurt Vonnegut ve William Burrougs’u derinden etkilemiştir. Yazdıklarında kendi kişisel deneyimlerini öne çıkaran yazarın bu yönü de yazarın Beat kuşağı yazarlarının atası olarak anılmasının nedenlerinden biridir.

Dünyanın en büyük kitap fuarı açıldı

Dünyanın en büyük kitap fuarı Frankfurt Kitap Fuarı’nda, aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 113 ülkeden 7.272 yayınevi yaklaşık 400.000 kitap sergiliyor.

Frankfurt Kitap Fuarı’nın resmi açılışını Almanya Dışişleri Bakanı Frank-Walter Steinmeier, bu yılın ‘konuk ülkesi’ Hindistan’ın Eğitim Bakanı Arjun Singh ile birlikte yaptı. Sunuculuğunu Yekta Kopan’ın yaptığı NTV’nin kültür sanat programı Gece–Gündüz, Perşembe ve Cuma akşamları saat 18.10’da Frankfurt Kitap Fuarı’ndan canlı yayın gerçekleştirecek.

Türkiye, bu yıl fuara resmi olarak Türkiye Yayıncılar Birliği’nin (TYB) organizasyonuyla katılıyor. 1999 yılından beri Türkiye’yi fuarda temsil eden Türkiye Yayıncılar Birliği, bu yıl fuarda ayrı bir stantta yer alıyor.

Türkiye’nin 2008 yılında ‘konuk ülke’ olacağı Frankfurt Kitap Fuarı’nı, Kültür ve Turizm Bakanı Atilla Koç da ziyaret edecek. Bakan Koç, 5 Ekim’de Frankfurt’a gelecek, ertesi gün Türkiye stantını ziyaret ettikten sonra Türkiye’nin ’2008 Konuk Ülke’ ön protokolü imza törenine katılacak.

Bakan Koç aynı gün Frankfurt Büyükşehir Belediye Başkanı Petra Roth’u ziyaret edecek ve akşam Frankfurt Basın Kulübü’nde ’2008 Konuk Ülke’ Türkiye projesinin tanıtımını yapacak. Koç, 7 Ekim’de Türkiye’ye dönecek. Frankfurt Kitap Fuarı 8 Ekim’e kadar açık kalacak.
Kaynak: NTV-MSNBC VE AJANSLAR

Perdenin ardındaki Kundera

OYLUM YILMAZ
oylumyilmaz@yahoo.com
Arka arkaya birer ikişer sökün eden yeni romanlar, yazarlar, ortada dönen eleştiriler, eleştireme-meler, kitap ekleri, edebiyat dergileri, makaleler, imza günleri, yargılamalar, toplaşmalar, fuarlar, laflar... Hepsi ortak bir soruda birleşiyor sanki, ayrı yollar aynı çelişkilere savruluyor:
Romanı nasıl okumalı? Çoktandır roman çağına giren ve halihazırda onu yaşayan insanoğlu, onu nasıl yazmalı, nasıl okumalı, nasıl anlatmalı ve hatta nasıl anlamalı? "İnsan hayatı bir bozgundur. Adına hayat denen bu önlenemez bozgun karşısında bize düşen yalnızca onu anlamaya çalışmaktır. İşte roman sanatının varoluş nedeni de budur."
Böylesine kesin bir yargıysa romanın varoluşu, o zaman yepyeni tertemiz bir sayfa açılmış demektir önümüzde... Olay, kurgu, mizah, kahraman, karakter; hepsi karşımıza geçip anlaşılmayı beklerler, varoluş sebepleri bizi anlamak olduğu halde...
Kulağa biraz kafası karışık bir akıl yürütme gibi geliyor olabilir ama içerden birileri, mesela Milan Kundera tutunca elinizden her şey daha makûlleşiyor. Hatta şaşkınlık verecek derecede anlaşılır, mucizevi ve büyülü geliyor. 'Perde', Kundera'nın Türkçede yayımlanan son deneme kitabı. Son deneme kitabı diyorum çünkü daha önce edebiyat üzerine yazdığı denemelerden mürekkep iki kitabı daha var: 'Roman Sanatı' ve 'Saptırılmış Vasiyetler'... 'Perde'de yer alan denemelerde diğerlerinden farklı olarak, tarih bilinci ve sorgulaması eşlik ediyor kitap boyunca okura. Ve Kundera'nın kaleminde tarihle roman birbirini yaratıyor, birbirine yakınlaşıyor, iç içe geçiyor, ayrı düşüyor...
Tarih ve sanat tarihi izleği üzerinde giderken bir yandan, hayatın düzyazısını gizleyen perdeyi aralayanların, hatta yırtıp atanların da peşine düşüyoruz öncelikle.
Don Quijote ölürken yeğeni yemek yediği ve Sancho'nun da keyfi gayet yerinde olduğu için Cervantes, şeylerin ruhunu anlatmaya çalıştığı ve bunu gayet başarılı bir şekilde yaptığı için Flaubert, modern Odyseia'yı yazdığı için Joyce, modern İlyada'yı kaleme aldığı için Kafka, 'roman tarihinde benzeri olmayan bir intihar yazısı yazdığı, keşfettiği' için Tolstoy, bugün Prens Miskin, Ağlaya, Nastasya Philipovna kadar kendimizi kaybettiğimizin hâlâ farkında olmadığımız için Dostoyevski ve daha pek çokları düzyazının perdesini yırtıp ardındakileri bizlere gösteriyorlar Kundera'ya göre.BİR ROMAN NE İŞE YARAR?
İyi romancılar hayatın düzyazısının ardındakileri bizlere gösterebilenlerden çıkıyor. Ve bir yandan da roman sanatının tarihini yazaduruyorlar.

Peki roman sanatı ve onun tarihi modern insanı neden ilgilendirsin? Roman, çağımızın sanatıdır diyor Kundera ve ona göre bütün sanat dallarından ayrı bir bağlamda ele alınması gerekir.
Çünkü; 'kendi ahlak ilkelerini bireylere dayatan, anonim iradeler tarafından belirlenmiş davranışlara sahip bireylerden oluşan bir toplum'un içinden çıkmıştır. Yani bizim toplumumuzun, bizim çağımızın sanatıdır.
Modern insanla özdeştir bu bağlamda. Romanın anlamı, romancının kimliğinin yanı sıra elbette roman eleştirisi üzerinde de duruyor Milan Kundera.
Ona göre roman dahil her türlü sanat eseri sürekli bir sorgulama konusu olacak, yeniden, yeniden yargılanacaktır kaçınılmaz olarak. Her estetik yargının kişisel bir iddia olduğunu unutmamak ve eleştiriyi o çerçevede değerlendirmektir bize düşen. Ama yine de eleştirinin görevi kendi öznelliğinin üzerine kapanmamak, başka yargılarla yüz-leşebilmek ve nesnel olmayı gerçekten istemektir. Kundera'yla romanın izini sürerken; varoluş, estetik, modernizm, Avrupalılık ve ötekilik kavramlarını romanın sorunları üzerinden okuyoruz.
'Roman zamanı' içinde tarih eriyip giderken oluşturulan bellek, trajiğini kaybeden trajedi, sonsuz sorunsallara gebe estetik açığa çıkıyor; Avrupalı olamayan Doğu Avrupa'nın sıkıntısında, ötekiliğinde kendimizi buluyoruz.
Ve en önemlisi roman okumak bir yana, neden sürekli roman yazdığımızı, romandan konuştuğumuzu ve romanları eleştirmeye çalıştığımızı anlıyoruz. Çağımızın en büyük romancılarından biriyle düşünsel olarak yakınlaşmak da cabası...
Perde, Milan Kundera, Çeviren: Aysel Bora, Can Yayınları, 157 sayfa.




TK 1980'den şiirler



MaviKum Kitap'ın düzenladiği söyleşi günlerinin bu haftaki konuğu, Birgün Forum sayfası editörü, şair ve yazar Roni Margulies. Yakında çıkacak olan kitabı TK 1980'den şiirler de okuyarak konuklarla hoşbeş edecek olan şair, bu akşam 19.00'da MaviKum'da. Roni Margulies'in yayımlanmış bazı kitapları şunlar: Her Rind Bilir, Gülümser Çocukluğum Ardımdan, Mağrur Olma Padişahım, Bilirim Niye Yanık Öter Ney, Şiir, Yahudilik Vesaire. Tel: 0212 25i 44 40/30

Sıra dışı bir roman




'Haberci' belgeselinin acar kızı Meltem İnan'ın, ilk romanı 'Yeni Bir Şiva' piyasaya çıktı.
Çoşkun Aral'ın hazırladığı 'Haberci' belgeselinde büyük başarılara imza atan Meltem İnan, daha önce 54 farklı ülkeye gerçekleştirdiği seyahatlerdeki anılarını 'Anı Koleksiyoncusu' isimli kitapta toplamıştı. Meltem İnan, bu defa bir romanla karşımıza çıkıyor. İnan ilk romanı 'Yeni Bir Şiva'da huzura kavuşmak için Hindistan'a yapılan yolculukları çok farklı bir açıdan ele alıyor.

İnan, dört defa ziyaret ettiği, kültürünü yakından tanıma fırsatı bulduğu Hindistan'ın dini ve mitolojik öykülerini, esas öykünün içerisinde eriterek masalsı bir tat yakalamaya çalışıyor.

İnan romanını şu sözlerle özetliyor: "Hindistan'daki deneyimlerimi insanlarla paylaşmak istiyordum. Aklıma "Baş kahramanlarım Hindistan'a gitmesin, Hindistan onların ayağına gelsin" fikri geldi. Fikir çok hoşuma gitti ve o noktadan hareketle romanıma başladım. Hindistan o kadar güçlü bir kültüre sahip ki, tek bir Hintlinin bile insanların ruhlarında bir takım taşları olumlu yönde oynatabileceğine inanıyorum... Türkiye'deki gençlere, özellikle de son zamanlarda pompalanmaya çalışılan yüzeysel ve maddi dünyanın ürünü değerleri eleştirmek istedim. Bu sözünü ettiğim kuru dünyanın, spiritüel açıdan zengin bir kültürle çakışmasını sağlayarak insanların dikkatini bu noktaya çekmeyi arzuladım."



ÇOK SATAN KİTAPLAR...

1)Ömrümden Uzun İdeallerim Var
Suna Kıraç
2)Tarihimizle Yüzleşmek
Emre Kongar
3)Latife Hanım
İpek Çalışlar
4)Leyla'nın Evi
Zülfü Livaneli
5)Ermiş Sörfçü ve Patron
Robin Sharma
6)Kokoloji
Isamu Saito
7)Osmanlı'yı Yeniden Keşfetmek
İlber Ortaylı
8)Yüzyılın Aşkları
Can Dündar
9)Aşka Şeytan Karışır
Hande Altaylı
10)Ladesçi
Üstün Dökmen


"Kötü arkadaş" davranışları





'En İyi Arkadaşım Olmalısın... Çünkü Senden Nefret Ediyorum!' kitabı arkadaşlığın gülüşmekten ibaret olduğu mitini yıkıyor.


'En İyi Arkadaşım Olmalısın... Çünkü Senden Nefret Ediyorum!', Glamour, Cosmo, Marie Claire, Maus Health ve The Guardian gibi bir dizi yayının yazarı olan Emily Dubberley'in Avrupa'nın hemen her yerinde çeşitli dillere çevrilmiş bir bestselleri.

Aşk gibi, arkadaşlık da hayatın önemli bir parçası, ama iyi bir arkadaş olmak her zaman çok kolay değil. Arkadaşlar bazen dedikodu yapar, kalp kırar, yalan söyler, bazen de yalnızca kalın kafalılık yapabilir. Ama kimse bunlardan bahsetmez.

Çok yakın iki arkadaşınızı tanıştırdığınız ve ilk bakışta birbirlerinden nefret ettikleri veya birbirlerini sizden fazla sever gibi göründükleri 'üçüncü teker sendromuna' kadar arkadaşlık problemleri nasıl çözülür?

Arkadaşla yakınlaştıkça işler zorlaşır. Beraber tatil yapmanın veya yaşamanın zevklerine varırken arkadaşın sevgilisiyle de uğraşmak gibi komplikasyonlar ortaya çıkabilir.

Bir de sıkılıp kurtulmak istedinilen arkadaşlar vardır tabii.

'En İyi Arkadaşım Olmalısın... Çünkü Senden Nefret Ediyorum!' kitabında Emily Dubberley arkadaşlığın gülüşmekten ibaret olduğu mitini yıkıyor.

Gerçek hayat hikayelerinin yardımıyla, her tür "kötü arkadaş" davranışının üzerinden geçip, teselli, iğneleyici bir gülümseme ve pratik çözümler sunuyor.




Erkin Koray kitap yazdı




Erkin Koray'ın 'Mezarlık Gülleri' adlı kitabı Alfa Yayınları'ndan çıktı...


Türk rock müziğinin 'baba'sı Erkin Koray, kitap yazdı. Sanatçının 'Mezarlık Gülleri' adlı kitabı Alfa Yayınları tarafından basıldı.

Erkin Koray, kitabın önsözünde önce kendi kuşağına sesleniyor: "Tüm hippi'ler, tüm çiçek çocukları, tüm rock'cular ve tüm 68'liler! Sizden geçti! Siz başaramadınız!" Ve ardından genç kuşağa dönerek şöyle devam ediyor: "Ne yazık ki artık sizi öldürmek için silah üretenlerin size doğrulttuğu silahların önüne, babalarınızın öğrettiği gibi, çiçek veya zeytin dalı uzatarak, bundan kendilerine bir mesaj çıkarmalarını beklemek ham hayalden ibaret olmuştur. Onlar bunu şimdiye kadar anlamadılarsa, bundan sonra anlayacaklarını beklemek aptallık olur. Artık esas olan, sadece ve sadece silah üretmenizdir! Tüm işinizi gücünüzü bir yana bırakıp, yalnızca silah üretecek ve onları öldüreceksiniz! İnanın! Ancak bu mesajınızdan anlayacaklardır."

Bir 'Dokümanter'le Karışık Hikaye Kitabı' alt başlığını taşıyan 'Mezarlık Gülleri'nde Erkin Koray, eleştiri oklarını yöneltmekten çekinmiyor.

Dil kurallarına uymayanlardan, Kaz Dağı'ndan değil de kutsal topraklardan su getiren hacılara, siyasilerden, biz ayrılamayız dediği gazetecilere kadar birçok kesim eleştirilerden nasibini alıyor. Öyle ki Koray, "Ders kitaplarının çoğunu, okumaya değer bulmuyorum" diyerek yeni bir tartışma yaratıyor.


Almanlar Murathan Mungan okuyor



Murathan Mungan, Almanca yayımlanan kitabı 'Palast des Ostens' (Doğu Sarayı) ile Frankfurt Kitap Fuarı'na katılıyor

Murathan Mungan'ın 'Palast des Ostens' (Doğu Sarayı) adlı hikaye kitabı, İsviçre'nin ve Almanca yayın yapan yayınevlerinin en saygınlarından biri kabul edilen Unionsverlag tarafından yayımlandı. Unionsverlag'ın 'hard-cover' olarak yayımladığı 'Palast des Ostens', yazarın kendi kitaplarından seçtiği beş hikayeden oluşuyor: Cenk Hikayeleri'nden 'Ökkeş ile Cengaver', 'Binali ile Temir'; Lal Masallar'dan 'Muradhan ile Selvihan ya da bir Billur Köşk Masalı', 'Ulak ile Sadrazam' ve henüz yayımlanmamış olan Yedi Kapılı Kırk Oda kitabından 'Dumrul ile Azrail'...

Almanca'ya çevirisi Birgit Linde ve Alex Bischof tarafından yapılan 'Palast des Ostens', ekim ayında yapılacak olan 2006 Frankfurt Kitap Fuarı'nda tanıtılacak ve Mungan fuar kapsamındaki söyleşi etkinliklerinde yer alacak. Ardından kitabın tanıtım programı çerçevesinde, 6 Ekim'de Frankfurt'taki Merkez Kütüphanesi'nde, 10 Ekim'de Hannover-Kulturpavillon'da, 5 Aralık'ta Mannheim Belediye Merkezi'nde ve 8 Aralık'ta Stuttgart Edebiyat Evi'nde düzenlenecek olan söyleşi ve imza günlerine katılacak.

www.amazon.de adlı internet sitesinden de satın alınabilen 'Palast des Ostens' kitabıyla ilgili ayrıntılı bilgiye www.unionsverlag.com adresinden ulaşılabiliyor.



"Japon eti lezizdir, Alman mideye oturur!"




Amazonlar'a giden Atila Sesören, börtü böceğinden yamyamına maceralı günlerini 'Amazonlara Yolculuk'ta topladı.


Bir projede çalışmak için 1974'te Amazonlar'a giden jeoloji mühendisi Prof. Dr. Atila Sesören, 'Yeşil Okyanus'ta kaldığı iki ay boyunca akrep, tarantula ve yılanlarla birlikte yaşadı, unicorn'la karşılaştı, hatta yamyamlarla hangi milletin etinin daha lezzetli olduğu üzerine muhabbet etti... 30 sene sonra, birgün Amazon fotoğraflarına bakarken, anılarını yazmaya karar veren Sesören'le yamyamlar, yılanlar ve Amazonlar'daki yaşam üzerine konuştuk.

'Amazonlara Yolculuk' kitabını doğuran yolculuk nasıl başladı?
1974'te çalıştığım Hollanda şirketi ITC (International Enstitute for Geo-Information Science and Earth Observation), Sürinam'da bir boksit madeni buldu. Boksit çok kıymetli bir maden tabii. Proje de, madeni okyanusa taşıyacak bir demiryolu yapımıydı. Hava fotoğrafları ve uzay görüntüleriyle ilgili bir iş vardı; ben uzay görüntüleri değerlendirilmesinde iyiydim. "Yapar mısın" dediler. "Peki" dedim, ama Amazonlar hakkında hiçbir bilgim yoktu. Burada bile çok fazla araziye çıkmamıştım. Daha havaalanında ayaklarım geri geri gitti. Neyse, sağ salim Sürinam'ın başkenti Paramaribo'ya vardık. Sonra çok teknik arıza çıktı, fakat Avrupalılara karşı becerememiş görünmemek için geri dönmedim.

Amazonlar'da ne kadar zaman geçirdiniz? Nerede kalıyordunuz?
Tahminen 1.5-2 ay kaldım. Yukarı Nikkeria'da bulunan ana kampta kaldık. Oradan helikopter alıyordu bizi, çalışma alanına bırakıyordu, yine kamp kuruluyordu. Ağaçlar arasında, hamaklarda kalıyorduk. 80-100 metre yükseklikteki ağaçlar arasında nefes almak, yürümek çok zordu. Palayla ağaçlarını kese kese ilerliyebiliyorduk. Günde 2.5 km yürüdüğümüz zaman iş yaptık diyebiliyorduk. Çok karanlıktı; ağaçlar gün ışığını engelliyordu.

Kitaptaki en ilginç bölümlerden biri de yamyamlarla olan karşılaşmanız. Ondan biraz bahseder misiniz?
O yamyamlar benim hesabıma çalışıyordu. Bir grubumuz vardı, onların başı olan Mr Leetz benim rehberimdi. 8-9 Yamyam amele olarak çalışıyordu. Birgün otururken 'shouting monkey' diyorlar, 'bağıran maymun', şimdi orman o kadar garip ki, saat 17:00'ye kadar acayip bir gürültü var, 17:00-18:00 arası kalbinizin atışını duyabilecek kadar sessiz, çünkü gündüz hayvanları susuyor. 18:00'de gece hayvanları başlıyor bağırmaya. Neyse, bağırışlar duydum. Mr. Leetz'e sordum, "Gelin Buana (şef anlamında) bakın" dedi. Bir baktım, bağıran maymunlardan birini büyük bir çukurun içine sokmuşlar. Maymunun yalnız başı dışarıda. Etrafına toplanıp, ellerindeki palayla maymunun beynini uçurdular, sonra limon sıkıp, bağıra çağıra yemeye başladılar. Ben onu görünce çok fena oldum, Mr. Leetz'e "Bunlar ne?" diye sordum. Mr. Leetz de "Bunlar eski yamyamlar, artık insan yemiyorlar, ehlileştiler. Artık canlı canlı hayvan beyni yiyorlar" dedi.

Ne zaman insan yemeyi kesmişler?
Mr. Leetz, "Altı yedi sene oldu bir vakalarını duymadık" dedi. Sonra yamyamlara tercümanlık yapmaya başladı. Biri dedi ki "En tatlı et Japon eti". Diğerleri de onayladı. Japon eti çok yumuşak oluyormuş. Almanların da eti yumuşakmış, ama Almanlar midelerini kaynatıyormuş. Biraz yağlıymış. Amerikalılarınkini kemikli olduğu için pek sevmiyorlar. Ben de böyle baktım kendime beyaz beyaz. "Eyvah!" dedim, acaba Türk eti tatmak isterler mi?

Hiç Türk yemişler mi?
Yok, soramadım.

Sürinam'da şartlar nasıl?
Halk çok fakir, sağlık şartları pek iyi değil. Yalnız Avrupalı ve Amerikalı için şartlar iyi. Ben çok lüks bir otelde kaldım, geldiğimde sigorta yaptılar, tam olarak rakamı hatırlamıyorum, ama birkaç milyon dolarlık bir sigortaydı. Hatta, bana "Mr. Sesören kusura bakmayın, belki sigortanızı az buldunuz, ama sizin titriniz için ancak bu kadarlık sigorta yapabiliyoruz" dediler. Bana orada soruyorlardı. "Ne cins sigara, viski vb içersin?" Helikopterle her istediğinizi getiriyorlardı. O bakımdan çok rahattı.

Rehberle ve çalışanlar nasıl anlaştınız?
Çok iyi anlaştık, arkadaşlıklar kurduk. Hatta ben giderken, yamyamlar beni kendi usullerince selamladılar. Onlardan ayrılırken üzüldüm.

Akreplerle karşılaşmışsınız, timsahlarla, piranhalarla... En çok hangisinden korktunuz?
En çok korktuğum Makka yılanı oldu, çünkü daha geldiğim ilk gece onunla tanıştım. dünyanın en zehirli yılanlarından biri, 30-35 cm boyunda sivri kuyruklu, üçgen yüzlü. Zehri, eczacılıkta kullanılıyor, bu yüzden yakalanıyorlar, ancak yakalamak da çok zor. Bir de bingodan... Bingo, yaban domuzuna benzeyen ama iki koyun büyüklüğünde, kocaman dişleri olan bir hayvan. 200-300 bingoyu bir arada gördüm. Onlar geldiği zaman hemen ağaca tırmandık. İlk hafta çok korktum. 18 kilo verdim. Ben salon adamlığını severim, böyle orman şuraya gideyim, buraya gideyim pek sevmem.

Amazonlarda unicorn (tek boynuzlu at) görmüşsünüz...
Hayatımda yaptığım en büyük aptallık o unicornun fotoğrafını çekmemekti. Rehber, saldırabilir diye uyardığı için hayvanın fotoğrafını çekemedim. Çok büyük, zebra gibi çizgileri olan, boynuzlu bir attı. Çok pişmanım şimdi. Ancak insanların inanmayacaklarını düşünerek benimle beraber gören dört kişiye de gördüklerine dair yazılı ifade imzalattım.

Amazonlar'da en çok ne yiyordunuz? Tattığınız değişik bir lezzet var mı?
Hep, dana eti, makarna gibi klasik yiyeceklerden yedim. Hayır, değişik bir şey tatmadım, en azından öyle sanıyorum. Bingo, yılan eti teklif ettiler, ama kabul etmedim.

Uyku problemi çektiniz mi?
Tabii, çektim. Hamakta olduğumuz zaman çok rahat değilsiniz, hamak sallanıp duruyor. Ana kamp da çok rahat değildi. İlk geldiğim günün gecesinde pat pat sesler duyuyorum. Sabah bir farkettim ki, yerde iki tane akrep, meğer gece duyduğum sesler yere düşen akreplerden geliyormuş. Cibinliğin üstünde sekiz tane akrep daha var, duvarda tarantulalar...

Amazonlar gibi gittiğiniz başka ilginç yerler var mı?
Şimdi kitabını yazmaya başladığım Kore var. Hollanda hükümetiyle Kore hükümetinin anlaşması sonucunda, 1984'te beni Seul'a kurs açmaya gönderdiler. Kore'de pasaport kontrolünden geçerken, herkesi en az 20 dakika sorguluyorlar. Sebebi de Kuzey Kore'ye casusların sızmasını engellemek. Önümde bir Japon var, arkamda iki Amerikalı. Sıra bana geldi, pasaportuma bakınca, bavulumu açmadan, "Sen Türksün" dedi. Tık, pasaportuma damgayı bastı. Ne olduğunu anlayamadım. Türk askeri, savaşta bu görevlinin hayatını kurtarmış. Adamın gözünden yaşlar aktı bunları anlatırken.




Küresel Köyün Kavalcıları...




Ufuk Batum'un, 'Küresel Köyün Kavalcıları: Ülkelerin Dostları Olmaz' adlı kitabı yayımlandı.

Koloniyel Avrupa'nın yaklaşık dört yüzyıl boyunca dünyada hüküm süren hegemonyası II. Dünya Savaşı ile sonlanıyor. Dünya siyasetinde ortaya çıkan boşluğu iki kutuplu düzen dolduruyor. Ancak bu yeni yayılmacılık da yaklaşık 45 yıl boyunca azgelişmiş ülkeleri, farkındalığı ve bilinci tam oluşmamış toplumları kemirmeye devam ediyor! Ne Bretton Woods kuruluşları Dünya Bankası ve IMF, ne de Birleşmiş Milletler, NATO ve Dünya Ticaret Örgütü (WTO) dünyadaki adaletsizliği, sömürüyü, sefaleti dindirebiliyor.

Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan Yeni Dünya Düzeni, Küreselleşme ve ABD'nin jandarmalığı, insanoğlunun ortak yazgısının kolay kolay değişmeyeceğini teyit ediyor: Güçlüler zayıfları, silahlılar silahsızları, eğitimliler eğitimsizleri sömürmeye devam ediyor!

Türkiye; ne kuzey ne güney, ne batı ne de doğuda! Tam arada kalmış bir ülke durumunda... Avrupa Birliği'ne girmek istesek giremiyoruz, ılımlı islama kapıyı kapatsak kapatamıyoruz. Her şey bıçak sırtında yürüyor...

Ufuk Batum'un, 'Küresel Köyün Kavalcıları: Ülkelerin Dostları Olmaz' isimli kitabından dünyamızın yeni liberal söylemini ve sömürü düzenini güncel örneklerle, ilginç detaylarla ve kişisel anılarla okuyacaksınız.