30 Mayıs 2007 Çarşamba

2006 yılına damga vuran kitaplar

Geriye bırakmaya hazırlandığımız 2006 yılında kitap dünyasına yakın tarihe ait kitaplar damgasını vurdu.

Sağlıklı yaşam, polisiye, kişisel gelişim, edebiyat ve popüler kültür kitapları da 2006’da listelerde en çok gördüğümüz türler arasında yer aldı.

2006 yılının kitap dünyası için en tarihi olayı ise Orhan Pamuk’un Nobel Edebiyat ödülünü alması oldu. Böylelikle ilk defa bir Türk Nobel Edebiyat ödülünü kazanmış oldu.

Her geçen sene basılan kitap ve yayıncı sayısı artsa da, Türkiye’nin kitap okuma karnesi 2006 yılında da zayıf çıktı, geçtiğimiz aylarda yapılan bir araştırmada: Türkiye’de yılda kişi başına yapılan kitap harcaması 0,75 YKR (750.000 TL) olduğu, nüfusun %40’nın hayatı boyunca kütüphane görmediği, gençlerin %70’inin hiç kitap okumadığı, düzenli kitap okuma alışkanlığı olanların nüfusa oranı ise binde 1 olarak açıklandı.

İşte yıl boyunca olduğu gibi yine tartışmaya ve yönlendirmeye kapalı, yine satış, reklam, ideolojisi kaygısı taşımayan 2006 yılının en çok satanlar ve konuşulanlar listesi:

ÇOK SATANLAR
1- Osmanlıyı Yeniden Keşfetmek – İlber Ortaylı – Timaş Yayınları

2- Latife Hanım – İpek Çalışlar – Doğan Kitap

3- Baba ve Piç – Elif Şafak – Metis

4- Tarihimizle Yüzleşmek – Emre Kongar – Remzi Kitabevi

5- Ermiş Sörfçü ve patron – Robin Sharma – Goa Yayın

6- Efendi 2 – Soner Yalçın – Doğan Kitap


7 - Aşka Şeytan Karışır – Hande Altaylı – Okuyan Us

8 Leyla’nın Evi – Zülfü Livaneli – Remzi Kitabevi

9 Kokoloji - Isamu Saito & Tadahiko Nagao- Okuyan Us


10- Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı – Mustafa Armağan – Ufuk Kitapları

11 Sen Ölünce Kim Ağlar – Robin Sharma – Goa Basım Yayım

12- Son İmparatorluk – İlber Ortaylı - Timaş

13- Kavim – Ahmet Ümit – Doğan Kitap

14- Hac – Paulo Coelho – Can Yayınları

15- Yüzyılın Aşkları – Can Dündar – İmge Kitabevi

16- Ömrümden Uzun İdeallerim Var – Suna Kıraç – Suna İnan Kıraç

17- Başın Öne Eğilmesin – Hıfzı Topuz – Remzi Kitabevi

18- A.Ş.K Neyin Kısaltması – Tuna Kiremitçi – Doğan Kitap

19- Aşk, Bir Kere – Maeve Binchy – Doğan Kitap
20- İstediğiniz Kişiye 8 Dakikada Nasıl Evet Dedirtirsiniz? – Kevin Hogan – Yakamoz Yayınevi

ÇOK KONUŞULANLAR

1- Baba ve Piç – Elif Şafak – Metis

2- Karanlık İlişkiler Gültekin Avcı, Birey Yayıncılık
3- Türkiye’de Amerikan Misyonerleri – A. Rıza Bayzan – Bilgi Yayınevi
4- Şov ve Mahrem - Fatma Karabıyık Barbarosoğlu - Timaş Yayınları
5- Latife Hanım – İpek Çalışlar – Doğan Kitap
6- II. Abdülhamid Yıldız Albümleri Mekke- Medine Mehmet Bahadır Dördüncü, Yitik Hazine Yayınları
7- Osmanlı Gizli Tarihinde Pir Sultan Abdal ve Bütün Deyişleri Ali Haydar Avcı, Nokta Yayınları
8- Ne Anlatayım Ben Sana Ece Temelkuran, Everest Yayınları
9- Tarihimizle Yüzleşmek – Emre Kongar – Remzi Kitabevi
10- İslam’ın Papa’ya cevabı – Mustafa Özcan – Nesil
11 - Zincirlenmiş Zamanlar Zincirlenmiş Sözcükler – Mehmet Uzun – İthaki
12 - Mehdix - Turgay Güler - Popüler Kitaplar
13- Düz Bir Karına Sahip Olmak - Odile Payri - Dharma Yayınları
14- Peymani Tılsım - Murat Çavga - Selis Kitapları
15- Çalınan 240 Komando Askeri - Ahmet Uludağ, K Yayıncılık
16- Paşam - Hasan Basri Bilgin - Popüler Kitaplar
17- Örtü - Nuriye Akman - Doğan Kitap
18- Gizli Yazı Ekber Ağa'nın Notları - Kader Abdolah - İstiklal Kitabevi
19 -Yeşil Eczane James A. Duke, Pegasus Yayıncılık

20-Vatandaşlık Tepkilerim - Muazzez İlmiye Çığ - Kaynak Yayınları

Mavi forum

Ödüllü kitap çok fakat etkisi yok

Türkiye'de azımsanmayacak sayıda edebiyat ödülü veriliyor. Bunların içinde uzun ömürlü ve geleneği olanlar da var. Ama gelin görün ki hiç birisinin okur için bir anlamı yok...
M. Fatih Andı'nın haberi
Türkiye'de azımsanmayacak sayıda edebiyat ödülü veriliyor. Bunların içinde uzun ömürlü ve geleneği olanlar da var. Fakat bunca ödül ve ödüllü kitap, edebiyat ortamına bir canlılık getirmiyor. Bu sayımızda Türkiye'de ödül mekanizmasının nasıl işlediğini, ödüllü kitapların serüvenini ve ödüllerin etkisiz oluşunun sebeplerini ele aldık.

Edebiyat ortamının bir parçası olarak edebiyat ödülleri, ortaya konulan ürüne karşı ilgi ve beğeniyi oluşturma amacına yönelik bir niyet ve gayreti barındırdıkları, yani sanat ve edebiyat eksenli oldukları ölçüde olumlu çabalardır. En azından, eskilerin o meşhur sözünde olduğu gibi marifet-iltifat denkleminin bir tarafını desteklemek suretiyle teşvik edici ve ‘marifet’ artırıcı bir işlevleri vardır. Eski çağların ‘mesen’lik olgusunun nitelikleri ve amaçları değişmiş bir uygulaması gibi, sanatkârı tanıtıcı, destekleyici, hatta kimi zaman yönlendirici birtakım etkileri ve yaptırımları düşünülebilir.
Bugün birçok edebiyat ödülü, ölmüş bulunan bir şairin, yazarın adına verilmektedir. Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Cemal Süreya Şiir Ödülü, Ömer Seyfeddin Hikâye Yarışması, Haldun Taner Hikâye Ödülü, Orhan Kemal Roman Armağanı, Sait Faik Hikâye Armağanı, Cahit Zarifoğlu Şiir Ödülü, Yaşar Nabi Edebiyat Ödülü vs... Bu ödüllerin teşvik edicilik yanında, adına ödül verilen yazarın anısını günün edebiyat ortamında diri tutmak, eserlerine ilgiyi nesilden nesile taşımak gibi bir fonksiyonu da üstlendiği söylenebilir.
Tanpınar, ömrü boyunca maruz kaldığı bir “sükût suikastı”ndan söz ediyor, eserlerinin edebiyat çevrelerinden beklediği ilgiyi görmediğinden, hatta bu ilgisizliğin bir bakıma bir özel tavra bürünerek üstünü örtme çabasına dönüştüğünden yakınıyordu. O, elbette, eserlerinin çarptığı duvarlardan yankısız dönüşüne hayıflanıyor, haklarında takdir yahut tenkit yollu yazıların yazılmadığını, edebiyat mahfillerinde üzerinde konuşulmadığını, yeterli bir edebiyat aktüalitesi rüzgârına muhatap olmadığını kastederek bu nitelemede bulunuyordu. Ama bu suikastın bir ayağı da ödülsüzlüktü.
Edebiyat ödüllerinin önemli işlevlerinden biri de eser üzerine ilgiyi toplaması olmalıdır. Bunun birçok örneği vardır. Ama Halide Edip Adıvar’ın Sinekli Bakkal’ının 1942’de Cumhuriyet Halk Partisi Mükâfatı’nı alması üzerine etrafında oluşan ilgi yumağı, olumlu yahut olumsuz eleştiri ve beğeni fırtınası, Tanpınar’ın kendi zamanında şahit olduğu tipik bir örnektir.
Uygulanmalarına bakarak, ülkemizde ödülleri ikiye ayırmak mümkün. Kimi ödüller, bir yarışma sonrası katılımcılar arasından yapılan bir seçme ile veriliyor; kimileri ise geçmişe yönelik olarak, son bir yılın, üç yılın, beş yılın ürünleri arasından yapılan seçme ve eleme neticesinde... Bunlardan birinci grup ödülleri teşvik edici ödüller, ikinci türdekileri ise takdir edici ödüller diye nitelendirebiliriz.
Türkiye’de birinci türden ödüllendirmeler diğerlerine göre daha çok. Birçok vakıf, kurum yahut edebî mahfil, bu türden ödüller veriyor. Genç yazarların pek çoğu, kendileriyle yapılan röportajlarda, bu ödüllere başvurma sebeplerini sıralarken, tanınmak, eserlerini bu vesile ile yayımlatabilmek, edebiyat aktüalitesi içinde yer alabilmek gibi şeyler söylüyorlar. Bizzat ödülün kendisi yahut verilen maddî karşılık, belki de çoğu durumda, epey cüz’î kaçtığı için ikinci, üçüncü sırada geliyor. Oysa Orhan Pamuk’un aldığı ödülle geçtiğimiz günlerde Türkiye’nin gündemine oturan Nobel edebiyat ödülleri, etkisini, itibarını ve yaptırımını, parasal, siyasal, aktüel yahut kültürel, her anlamda sağladığı imkânlara borçlu değil midir? (Burada parantez içi bir yorum-hüküm olarak Nobel’in bir siyasal angajman, bir kültürel ve ideolojik tercih ve kuşatma içermediğini, ödüllendirilen eserlerin bu doğrultuda belirlenmediğini, kendisine ödül verilenlerin bir oranda “sahibinin sesi” rolünü üstlendikleri için ödüllendirilmediklerini söylemek mümkün müdür?)
Bir ödülün amacına ulaşması, ciddiyeti ile orantılıdır. Bu ciddiyet ise verilen ödülün özelliği kadar, kendisine ödül verilen eserin niteliği ile de örtüşür. Bu ise seçici kurulun niteliği demektir bir bakıma. Bu durumda, jürinin ciddiyeti, tarafsız ve dürüst, iyi belirlenmiş kurallar çerçevesinde bir seçme yapması, daha da önemlisi jüri üyelerinin yetkinliği ve ödül verdiği alanda seçebilme donanımı önem kazanmaktadır. Bir ahbap çavuş meclisi yahut eskilerin deyimiyle “şürekâ heyeti” kimliği ile oluşturulmuş bir jüri, kendi yandaşlarının yazdıklarına “koltuk çıkmak”tan öte bir işlevi yerine getirmeyecektir.
Ödüller niçin ‘etkili’ olamıyor
Bugün Türkiye’de birçok edebiyat ödülü veriliyor. Ama doğrusu bu çabalar, kendilerinden beklenen etkiyi ve fonksiyonu, çoğunlukla yerine getirmekten uzaktırlar. Niçin? Bizce bir değil, birçok sebep yüzünden.
Çünkü meselâ, bu ödüllerin devamlı olmayışı, yani bir bakıma kurumsallaşamaması bu sebeplerden birisi. Periyodik olarak, iyi kötü aksamadan bugüne gelen edebiyat ödülümüz o kadar azdır ki... Türkiye Yazarlar Birliği Ödülleri, Türk Dil Kurumu Ödülleri, Behçet Necatigil Şiir Ödülü, Haldun Taner Hikâye Ödülü, Orhan Kemal Roman Armağanı, Ömer Seyfettin Hikâye Ödülü, Sait Faik Hikâye Armağanı, Yunus Nadi Armağanı gibi ödüller, kalabalık içinden bu doğrultuda hatırlayabildiklerimiz.
Ayrıca, yukarıda belirttiğimiz gibi, eserlerin kimi siyasal veya ideolojik angajmanlar yahut çekincelerle belirlenmesi, ödülün “bizimkiler” ve “ötekiler” kutuplaşması çerçevesinde düşünülmesi, jüri üyelerinin yetersizliği, jüri üyelerinin kimi durumlarda gelen eserleri bile titizlikle okuma zahmetine katlanmamaları, ödüllerin düzenli olarak verilmemesi, zaman zaman aksamalara, kesintilere uğraması gibi etkenler, Türkiye’de edebiyat ödüllerinden beklenen etkiyi vermiyor; bu ödüllendirme çabaları, birçoğundaki bütün iyi niyetlere rağmen kısır gayretler olarak kalma bahtsızlığına uğruyor. Bunda oturmuş, canlı ve gündem oluşturabilen bir edebiyat ortamımızın bulunmamasının, var olan ilgi ve faaliyetlerin de gitgide magazinleşen bir eksene kaymaya başlamasının, çok satan eserler olgusunun içini başka ilgiler, beklentiler ve özelliklerin doldurmasının, birer kültür kurumu yahut sanat, edebiyat meclisi gibi faaliyet gösteren yayınevlerinin ve basın-yayın odaklarının sayısının azlığının da rolü büyüktür. Bu yüzden de, ödülü alan aldığıyla kalıyor, ödülün etkisi çabucak unutuluyor ve belki, biraz daha karamsar olarak söyleyelim ki, çoğu zaman o etki zaten hiç oluşmuyor. Meselâ Türkiye’de aldığı bir ödül yüzünden eseri büyük bir ilgiye mazhar olan, çok satanlar arasına giren edebiyatçı kaç tanedir ki?
Oysa, yazının başında söylediğimiz gibi, edebiyat ödülleri önemli birer kültürel olgudur. Bir edebiyat ödülü, toplumun sanat ve edebiyat ortamında motivasyon oluşturabilir, genç ilgileri yüreklendirir, teşvik eder, adını duyurur, yazmasına devamlılık sağlar. Adına, anısına verildiği edebiyatçıyı, ölümünden sonra bile okur ilgilerinin odağı yapmayı sürdürür, eserlerini milletin edebiyat ortamında bir kültürel ve sanatsal değer olarak diri kılar. Oluşmuş ve oturmuş edebî değerleri ve kişilikleri takdir ederek destekler, kendilerine bir sorumluluk yükler, onların eserlerine ilgiyi taze tutar, okurun ilgisini ve dikkatini okunmaya değer olana çeker ve böylelikle edebiyatın mesafe kat etmesine, öncü ve kaliteli eserlerin çoğalmasına hizmet eder.
Bu etki ve işlevlerin yerini bulmadığı bir ödül çabası, birbirini ağırlayan “körler ve sağırlar”ın işgüzarlığından öte nedir ki?



2006 edebiyat ödülleri ve sahipleri
Sait Faik Hikâye Ödülü
Refik Algan, Saat Kulesi
Yaşar Nabi Nayır Gençlik Ödülleri
Şiir dalında - Olcay Özmen, Sensiz Üç Yağmur
Öykü dalında - Gülçin Karaş, Kaderin Ağı
Ömer Seyfettin Hikâye Ödülü
Ayşe Çokçevik, Hayat
Orhan Kemal Roman Ödülü
Hasan Ali Toptaş, Uykuların Doğusu
Everest Yayınları İlk Roman Ödülü
Tarkan Barlas, Lanetli Oda Güldem Şahan, Gülgez
Sedat Simavi Edebiyat Ödülü
Tarık Dursun K., Hepsi Hikâye
Yunus Nadi Ödülleri
Roman dalında - Yiğit Okur, Deniz Taşları
Öykü dalında - Sezer Ateş Ayvaz, Tamiris’in Gece Şuçları
Şiir dalında - Ruşen Hakkı, Balkonda Akşamüstü
Cevdet Kudret Ödülü
Prof. Doğan Aksan,Yunus Emre Şiirinin Gücü
Necatigil Şiir Ödülü
Mehmet Taner, Çevre Çitin Üzerinde
25. TÜYAP Kitap Fuarı Onur Ödülü
Doğan Hızlan
Dünya Kitap Ödülleri
Yılın Telif Kitabı-Deniz Gürsoy, Tesbih
Parmak Uçlarındaki Huzur
Yılın Çeviri Kitabı - Ahmet Cemal’in çevirisiyle
Goethe’nin Yarat Ey Sanatçı kitabı
Altın Sayfa Edebiyat Ödülü-Aysel Gürmen, Dereden Tepeden Dereliköy’den Erol Büyükmeriç, Midas’ın Serçeparmağı.

Mavi forum

"İki Kişilik Yalnızlık"




İkisi de çok satanlar listesine girip baskı üstüne baskı yapan Etekli İktidar ve Bana Sırtını Dönme adlı kitapların yazarı Sinan Akyüz'den yeni bir roman…
İki kişilik yalnızlık…

Yaşanmış bir öykü… O öyküden yola çıkılarak yazılmış bir roman… 'Sözleri bitmiş' bir çift… “İlk yıllar ne güzeldi!” diye düşünen, mutsuz bir kadın… “Yalvarırım beni dinle!” diyen bir adam…
Karı kocanın arasına giren kara bir gölge… Birbirine yabancılaşan, karanlığın dehlizlerinde birbirini kaybeden iki insan… Ve yavaş yavaş çöken, “iki kişilik yalnızlık”…
Okudukça yazılanların gerçekten yaşanmış olduğunu tekrar tekrar düşünmekten, hüzün ve öfkenin sınırlarında gidip gelmekten ve “Bunlar gerçek olmamalı!” demekten kendinizi alamayacaksınız.
Yazarın gerçek bir yaşam öyküsünden esinlenerek yazdığı İki Kişilik Yalnızlık Alfa Yayınları’ndan çıkarak raflardaki yerini aldı.
Kitap, Zehra, Zafer ve Fazilet üçgeni etrafında şekilleniyor. Zehra, kocası tarafından aldatılan ama kendi geleceğini hiçe sayarak çocukları için evliliğini yürütmeye çalışan ve gelişen olaylar karşısında çaresiz kalarak aslında bilinmeyen bir sona doğru sürüklendiğinin farkına varamayan bir kadın… “Bizimki iki kişilik yalnızlık” derken evliliğinin geldiği noktayı da gözler önüne seriyor.
Zafer, iyi bir cerrah, mesleğinin zirvesine ulaşmış bir doktor. Kendi geleceğini garanti altına alırken ailesini, özellikle eşini ihmal eden ve hayatına falcı Fazilet’in girmesi ile bilinmeyen bir girdabın içine sürüklenen bir adam...
Yaşanan, ancak çok da dile getirilmeyen en insani sorunları akıcı bir dille ifade eden Sinan Akyüz, İki Kişilik Yalnızlık adlı yeni kitabında evli çiftlerin birbirilerine ve evliliklerine yabancılaşma süreçlerini irdeliyor.

Mavi forum

Eddi Anter, okurlarıyla buluşuyor




Son haftalarda GOA Yayınları'ndan çıkan "Lilly" adlı ilk kitabıyla adından sıkça söz ettiren ve çok satanlar listesinde üst sıralara kadar tırmanan yazar Eddi Anter, okurları ile buluşuyor...

Yazar Eddi Anter, 14 Ocak günü saat 14:00'te İzmir Alsancak D&R'da, 14 Ocak günü saat 16:00'da ise İzmir Mavişehir D&R'da okurları ile buluşacak.

Kitap hakkında...
Yanında yirmi iki bavul eşya ile uçaktan indiğinde, ayak bastığı ülkede daha önce hiç bulunmamıştı. Tanımadığı bir ülkeye gitmek onun için yeni bir şey değildi. Ne de olsa bir Yahudi'ydi. Lübnan'da doğmuş, savaş sonrası hep seyahat etmiş bu cesur kadın kendisine en son durak olarak İstanbul'u seçmişti.
Milano'da bıraktığı ailesini bir daha görmemek pahasına yeni hayatına adım attığında on beş günde tanıyıp evleneceği Türk bir erkekte gençlik hayallerinden hangilerini bulmayı ummuştu? Sonunun böyle olacağını bilse yine aynı seçimleri yapar mıydı?
Güzelliği ve şıklığı ile bir bakanın bir daha dönüp baktığı, uzun çabalar sonucu çocuk sahibi olabilecek bu dişi kaplan, yalnız geldiği bu ülkede gene yalnız mı kalacaktı?
Çocuklarından biri konumunda olan yazar annesinin gençliğinden, İstanbul'un şaşaalı atmış ve yetmişli yıllarından bahsediyor.
Üç dinin yüzyıllardır bir arada var olduğu İstanbul'da bir Yahudi ailesinin ülke sevgisi, din, arkadaşlık, aşk ve kardeşlik konularında neler yaşadıklarını okuduğunuzda belki gülecek belki de ağlayacaksınız, ama mutlaka şaşıracaksınız...
Yazar hakkında
1961 yılında İstanbul’da doğdu. Üniversite eğitimine İngiltere’de Brighton Polytechnic’de başlayıp Amerika’da University of Miami’de devam etti. Aynı zamanda tekstil- ihracatla uğraşmakta. Makaleleri ve öyküleri Beyoğlu ve Şalom gazeteleri ile birçok dergilerde yayımlanıyor. 5 Lisan biliyor. Evli ve üç çocuğu var. Yaşamını İstanbul ve New York’ta sürdürüyor.

Mavi forum

Haci Komunist / Ferhan Sensoy

“Ulkemiz insanlara maddesel zenginlikler sunmak icin cok yoksul olsa da, onlara esitlik duygusu, insanlik onuru sunamayacak kadar yoksul degildir.” diyen adamin gizemli adasina dogru alcalmaya basladi ucak.

Mavi forum

Küçük Şeyler 2



üStün döKmeN

'Küçük şeyler', üzerinde durup düşündükçe çoğalıyor, genişleyip derinleşiyor. Böyle olması da doğal olmalı. Yaşam da bir uçtan diğerine küçük şeylerden oluşmuyor mu?
'Dostlarım' diyor yazar;
Küçük şeyleri, küçümsemeyin, fazla da önem vermeyin.
Küçük şeylere hakkını verin.
Küçük şeylere hakkını vermek, yaşama hakkını vermektir.
Eğer siz yaşama hakkını verirseniz,
Yaşam da size hakkını verir.
Ve hayatlarımızda büyük yer tuttuğu halde, bir türlü dilimiz varıp da adlandıramadığımız davranış biçimlerine, tuzağına düştüğümüz yaklaşımlara adlarını koyarak ışık tutuyor. 'Suflörlü yaşam', 'tulumbacılık sendromu', 'psikolojik düğümlerden kurtulmak' der, dediğini de akıcı, hayatın içinden diliyle açıklarken okuru alıp götürüyor.
Küçük Şeyler 2'de Üstün Dökmen, düğümlerimize, bizi düğüm olmaya sürükleyen yaklaşımlara parmak basmakla kalmıyor, çözüm yolları ve teknikler de sunuyor...


Mavi forum

Sinekkuşu'nun Kızı




LuiS aLbeRto uRRea

Yoksul ve sıradan bir kız olan Teresita'nın kaderi, bölgenin en zenginlerinden Tomás'ın kızı olduğunu öğrenmesi ve sahip olduğu doğaüstü güçlerle insanları iyileştirebileceğini fark etmesiyle bir anda değişir. Bir yandan yeni ailesinin yaşamına, diğer yandan da gücünün korkutucu ve mucizevi boyutuna alışmak zorunda kalan Teresita, halk arasında da bir azize olarak ünlenir. Kızılderili savaşçılarla, güzellikleri dillere destan kadınlarla, çöl ve denizin arasında sıkışan cesur insanlarla dolu; acının ve tutkunun şekillendirdiği bir ülkenin yazgısını genç bir kız yönlendirebilecek midir?

Sinekkuşu'nun Kızı, büyülü gerçekliğin topraklarında geçen etkileyici ve yalın anlatımıyla gerçek bir öykünün izlerini sürerken aşkın, devrimin, bağımsızlığın ve inancın doğasına da bir kapı açıyor.


Mavi forum

Hayatınızı hangi kitap değiştirdi?

Türkçe'nin Nobel aldığı bir yılı geride bıraktık! Hem de "Bir gün bir kitap okudum ve bütün hayatım değişti" diyen, buna inanan ve kendi romanının da ilk satırlarına bu cümleyi geçiren bir yazar Nobel tarihine adını yazdı. Orhan Pamuk üzerine yapılan bütün tartışmaları boş verin; dikkatinizi yazarın kaleminden çıkan o cümle üzerinde yoğunlaştırın. Ve düşünün; siz hangi kitabı okudunuz ve hayatınız değişti? Soruya yanıt bulabilenleri şanslı sayıyor ve kitap dostu ilan ediyorum... Yanıtı olmayanlara ise güzel bir önerim var; yeni yıla bir kitapla başlayın! Örneğin... Rıfat Ilgaz'ın ölümsüz eseri 'Hababam Sınıfı'na ne dersiniz? Ama dikkat! Televizyonda defalarca izlediğiniz ya da yeni versiyonlarıyla 'dudak büktüren' Hababam Sınıfı serilerinden söz etmiyorum. Bu sene 50 yaşını dolduran, Ilgaz'ın elleriyle yazdığı 'Hababam Sınıfı'; 50. yıl şerefine özel baskısıyla Çınar Yayınları tarafından yayımlandı. Yeni bir yılda; 406 sayfalık, güleryüzlü, sevgi dolu, sıcacık bir hikayenin içinde yer almak istiyorsanız hararetle tavsiye ederim...

***
Yok, "Ben biraz daha 'duygusal' takılmak istiyorum" diyorsanız buyurun... Artemis Yayınları'ndan çıkan 'Acı Eğitim' tam size göre! Loly Winston imzası taşıyan romanda; genç bir dul olan Sophie'nin geçmişte kalan evliliğinin yasını tutması ve hayata dönüş operasyonunda geçirdiği değişim anlatılıyor. Bu arada okuyucunun bilgisine; 'Acı Eğitim' yakın zamanda Hollywood filmi olarak karşımıza çıkacak. Kitaptaki Sophie'yi de, Julia Roberts canlandıracak.

***
Duygularının değil de, düşüncelerinin yoğunlaşmasını isteyenler... Merkez Kitaplar'dan çıkan 'Bulutların Prensi'nde "Acaba kaderimizi stratejilerle belirleyebilir miyiz, yoksa hayatlarımız çok daha uçarı bir başka tanrının mı elindedir?" sorusu üzerinde yoğunlaşacaksınız. Kitapta; savaş sanatıyla ilgili pek çok filozofun ve kuramcının fikirlerine yer veriliyor, Napoleon ya da Büyük İskender gibi komutanların başarı/başarısızlık hikayeleriyle de tartışma güçlendiriliyor.

***
Tarihi birşeyler okumak isteyenlere önerim ise Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları'ndan çıkan, anı ve belgelerden oluşan 'Selanik'teki Ev'... Atatürk'ün doğduğu evin müze haline getirilmesinin hikayesi, bu görevi alan Karal çiftinin kızları tarih profesörü Seçil Karal Akgün tarafından yazıldı. Kitapta; Atatürk'ün oturduğu dönemde evin döşenme şeklinin tüm ayrıntılarıyla kayıtlara geçmesi, döşemeliklerin Hereke'de dokutulması, her tür eşya için müzeler ve antikacıların seferber olması da anlatılıyor.

Mavi forum

Selim İleri'den tarihi roman




Selim İleri'nin Bizans imparatoriçesi İrene'yi anlattığı kitabı 11 Ocak'ta yayımlanacak


Selim İleri'nin yeni romanı 'Hepsi Alev' yeni yılın ilk günlerinde çıkıyor. Bu kez tarihi bir atmosferde geçen bir roman yazan Selim İleri, bir Bizans imparatoriçesini anlatıyor. Bizans tarihinin en acımasız imparatoriçelirinden biri olarak bilininen İrene'nin hikayesi bu. 800'lerde yaşayan İrene, imparator soyundan gelmemesine, Atinalı fakir bir aileye mensup olmasına rağmen önce İmparator'un eşi, sonra da bizzat imparator olmuştu. Bizans tarihinin ikinci kadın imparatoru olan İrene, tutkulu bir Hıristiyan. Ortodoks kilisesinin büyük bir iç çatışma yaşadığı, tasvirin yasaklandığı 'ikona kırıcı' dönemde, ikona taraftarlarını destekleyen İrene, aynı zamanda da büyük bir sanatsever olarak hatırlanıyor. Romanda içten içe Atina'nın eski tanrılarına olan inancını da koruyan biri olarak karşımıza çıkan İrene, sonraki yüzyıllarda Ortodoks kilisesi tarafından 'azize' ilan edilmişti.

Tutkulu bir kadın portresi

İrene'nin Büyükada'ya sürgüne gitmesiyle başlayan roman, geçmişi hatırlayan eski İmparatoriçe'nin ağzından anlatılıyor. İktidar uğruna kendi oğlunu bile ölüme göndermekten çekinmeyen İrene geçmişi öfkeyle, bazen duygusallıkla anarken okur, iktidar, iktidarsızlık, annelik ve sanat üzerine farklı bir hesaplaşmanın tanığı oluyor. Selim İleri, 188 sayfalık bu kısa romanında tutkulu bir kadın portresi çizerken tarihin az bilinen çok ilginç bir dönemine de kapıyı aralıyor.

Doğan Kitap'ın yayımlayacağı roman, 11 Ocak'ta kitapçılarda olacak.


Mavi forum

Troya hazineleri kitap oldu ..........




'Troya Hazineleri' adlı kitap Aygaz Kitaplığı'ndan çıktı...


Tarih boyunca dokuz kez yıkılıp yeniden kurulan Troya kentine ait hazinenin tüm parçalarının detaylı şekilde incelendiği 'Troya Hazineleri' adlı kitap Aygaz Kitaplığı'ndan çıktı. Kitap, Çanakkale 18 Mart Üniversitesi Arkeoloji Bölümü öğretim üyesi Yard. Doç. Dr. Göksel Sazcı'nın 5 yıllık araştırmasının ürünü... Yazar Göksel Sazcı'yla kitabı tanıtan Aygaz Genel Müdürü Mehmet Ali Neyzi, iki bölümden oluşan kitabın bugüne kadar Troya'ya ait buluntuların bir arada ve kapsamlı şekilde incelenmemiş olması nedeniyle alanında bir ilk olduğunu dile getirdi.


Mavi forum

Yazdıklarını şiir kitabında topladı




'Eksik Şiir' adlı kitapta Sezen Aksu'nun 1975-2006 yılları arasında yazdığı şarkıların sözleri biraraya getirildi.


Sezen Aksu, 1975-2006 yılları arasında yazdığı şarkılarının sözlerini, 'Eksik Şiir' adlı kitapta topladı. 'Kaybolan Yıllar'dan, 'Beni Unutma'ya, 'Sarı Odalar'dan, 'Şarkı Söylemek Lazım'a kadar tam 197 tane şarkı sözünün yer aldığı kitap için Aksu, "Bu kitap, yakınlarımın uzun yıllardır süregelen ısrarları sonucu oluştu" dedi.

Sezen Aksu, yıllardır hayranlarının dilinden düşmeyen şarkılarının sözlerini bir araya getirerek kitaplaştırdı. Sanatçının Metis Yayınları tarafından yayımlanan ve Eksik Şiir adını verdiği kitabında 1975'ten 2006'ya kadar yazmış olduğu 197 şarkısını sözleri yer alıyor. Sibel Algan ve Semih Sökmen'in yayına hazırladığı kitabın kapak tasarımını da Emrah Yücel yaptı. Aksu kitaba yazdığı önsözde şu cümlelere yer verdi: "Bu kitap yakınlarımın, çoklukla da şarkılarımdaki sözlerle daha fazla ilişki kuranların, uzun yılardır süregelen ısrarları sonucu oluştu. İlle de olmalı mıdır sorusu çok kurcaladı beynimi açıkçası. Epey bir süre çekimser kaldım. Düz düşününce zaten vardılar, ortadaydılar; müziğini çekip aldığınızda şiire ne kadar yakın durursa dursun eksik kalan o sözler bir araya toplandığında bir bütünlük oluşturabilir miydi? Karmakaraşık his ve düşüncenin içinde olduğum günlerden birinde, bir cümle beni netleştirdi. Yıldırım'la (Türker) sohbet ediyorduk; 'Borcun var' dedi. Hafifleyiverdim. Seyreden de, seyredilen de kendi tarafından bakar doğal olarak, görecelidir ama gerçek tektir. Ve herkes gerçek olanı sezer, vicdanla sezer. Borcum var, fark ettim ki ben bir tek bundan eminmişim zaten kayıtsız şartsız. Bu kitabın oluşması için direncimin kırılma noktası bu cümledir..."

Kıran Kırana

Unutma,
Sen yine sardunyalara su ver ben yokken, unutma
Gazeteleri oku kahvaltı ederken, unutma
Haberleri dinle her saat başı lütfen
Sen ki acı çekmenin en kibarını bilirsin
Sen ki mum gibi içine içine erirsin
Dayan gözümün nuru
Kavuşacağız elbet bir bağbozumu
Kıran kırana bu hayat
Yaşayacağız boynumuzun borcu
Unutma, bahardır kışın sonu

Sen de mi

Sen de mi söyle sevgilim
Sen de mi gidiyorsun
Sen de mi beni bu dünyaya
Teslim ediyorsun
Sevmeler beklentiler giyinmiş
Ezberimdeki çok eski bir şiirmiş
Kaldırımış aşklar, kaldırılmış yeryüzünden
Denizler çoktan bitmiş
Hayır, hüküm değil
Kanun değil bu, hayır
Boşluğa fırlattım sevgimi
Alan, alır!
Gel haydi, ne olur
Gel kalbimi biraz okşa
Bu son an değil, lütfen
Lütfen biraz yavaşla
Kandırılmışız, yazık ki kandırılmışız
Bu her şeyi yakıp yıkan
Yok eden gururlar düşman,
Dost değil


Mavi forum

Türklerin iki bin yıllık seyrüseferi





Fotoğraf sanatçısı Ergun Çağatay, göçebe Türklerin iki bin yıllık öyküsünü anlatabilmek için 14 yıl uğraştı.


Fotoğraf sanatçısı Ergun Çağatay'ın 14 yılını adadığı 'The Turkic Speaking Peoples/Türkçe Konuşan Kavimler' adlı kitabı, bin bir türlü engeli aştıktan sonra nihayet yayımlandı. Hem yurtiçinde, hem de yurtdışında aynı zamanda satışa sunulan, yerli ve yabancı yazarların İngilizce yazdığı 34 makaleden oluşan kitap, Türklerin kimliğini, dünyasını ve kültürünü fotoğraflar eşliğinde sergiliyor. Çağatay, ansiklopedi kıvamındaki kitabını evirip çevirir ve her biri bir sanat eseri olan 384 fotoğrafına 'yabancı bir gözle' bakarken, "Kendimi boşlukta hissediyorum. İtiraf edeyim; bir yanım çok sevinçli, bir yanım çok buruk" diyor. Sanki, hala ne kadar zor bir işin üstesinden geldiğinin farkında değilmiş gibi... Kitabına yabancılaşmış bir hali var. Eğer Alman Prestel Yayınevi, Hollanda Kraliyet Vakfı'nı 'Bu kitaba sponsor olmalısınız' diye ikna etmese, Çağatay bugüne kadar 110 bin kilometre yol kat ettiğiyle, 50 bin kare dia çektiğiyle, 500 bin dolarını bu işe heba ettiğiyle kalacaktı. Batı'ya kafa tutmak amacıyla yola çıktığı halde Batılılar sayesinde kitabını elinde tutuyor olmak ağrına gidiyor.

"Aş kazanım boşaldı!"

Bu kitabı ortaya çıkarana kadar kendi ülkesinde nice bakanın makamında boşuna dil dökmüş, nice zengine el açmış Çağatay. "Bir dilenci gibi dilendim ama sonuç alamadım" diyor kırgınlıkla kızgınlık arasında gidip gelirken. "Belki de kitabınızın içeriğini iyi anlatamadınız..." gibi yara kaşıyan bir cümle tüm yorgunluğunu açığa çıkarıyor: "Hayır. Çok ayrıntılı anlattım. Bizde kendi kültürüne, kendi kökenine karşı bir ilgisizlik var. Acı ama öyle. Bir de tarif edilemez bir Avrupa hayranlığı var. Belki bir zamanlar bende de vardı ama yurtdışında yaşadıktan sonra o insanların bizden daha üstün ya da farklı olmadıklarını gördüm. Bizden daha akıllı çalışıyorlar sadece, o kadar. Bu projeyi anlayan ve ilk mali desteği veren, dönemin (1992) başbakanı Erdal İnönü oldu. O, bu işe çok inanmıştı. Başbakanlık Tanıtma Fonu'ndan 150 bin dolar verildi. Elbette devletin verdiği parayla proje tamamlanamazdı. Geriye kalan parayı dilenerek elde ettim. Bazı kereler, kazandığım parayı bu işe koydum. Üçgen İnşaat dışında kimse destek vermedi. Koç Holding'in verdiği iki cip sayesinde Orta Asya'da dolaşıp fotoğraflar çekebildim."

Çağatay, kitabın editörü Prof. Dr. Doğan Kuban'la oturup Türklerin kültürel macerasını açıklayabilecek başlıklar belirlemiş. Amaç, Türklerin izini sürmek, Asya'dan Balkanlara kadar uzanan 2 bin yıllık Türk sanat ve kültür hayatını enine boyuna irdelemek. Türklerin sınırları, konuştukları diller, göçebelik kültürü, İslamiyet öncesi Asya steplerinde göçmenler, Türk-Pers gelenekleri, Perslerin Türk edebiyatındaki izleri, Güney Avrupa'da Türk göçmenleri, İslamiyet öncesi Türk-Arap ilişkileri ve Arapların Türkler üzerindeki etkileri, Avrupa tarihinde Türkler, Uygurlarda Maniheizm ve Budizm, Sibirya ve Orta Asya'da Şamanizm ve Türkler, Anadolu Alevileri, Hıristiyan Türkler, Anadolu'da Türk Mimarisi kitapta yer alan konu başlıklarından bazıları. Bu makalelerin 24'ünü dünyaca tarafsızlığıyla ünlü Batılı ve Doğulu bilim adamları yazmış. Merhum Tuğrul Şavkay'ın hem göçebelik, hem Cumhuriyet dönemindeki Türk mutfağını tanıttığı yazısı ise kitabın bonusu.

Kitabın içeriği netleşir netleşmez Çağatay, fotoğraf çekimi için yola koyulmuş. İran'dan Kuzey Moğolistan'a, Özbekistan'dan Tataristan'a kadar Asya'da Türkçe konuşan tüm ülkeleri karış karış dolaşmış. Dil konusunda pek zorlanmamış. "Kıpçak ve Oğuz Türkçesi var. Gramer aynı, cümle yapısı aynı, kelimeler değişiyor. Eğer kulağınızı bu işe verirseniz, anlamak isterseniz bir süre sonra adamın şivesini alıyor, yeni kelimeler öğreniyorsunuz. Mesela 'Karnım acıktı' yerine 'Aş kazanım boşaldı' diyor. Özbekistan'ın doğusunda yumurtaya 'tohum' diyorlar. Konuşulanların yüzde 40'ını anlıyordum. Zaman zaman tercümanla dolaştım. Türklerin dünyasında kadınların önemli bir yeri var, kadın kesinlikle ikinci sınıf vatandaş değil. Hacı Bektaş Veli, müritlerine 'Kadını okut' der. 1300'lerde söylenmiş şık bir laf."



Tarih boyunca Türklerin durmadan şekil değiştirdiğini söyleyen Çağatay, Türkleri suya ya da silikon kumuna benzetiyor. "Girdiğimiz her kabın şeklini alıyoruz. Bu, göçerlikten gelen bir şey. Türkler kendilerini girdikleri ortama çok iyi adapte ediyor. Almanya'da bugün 5 bine yakın Türk şirketi var. Türkler Almanya'ya çalışmaya gitti, onların gözünde ikinci sınıf vatandaştı. Bugünse durum farklı. 5 bin işyerinin ancak yüzde 30'u lokantadır. Girişimci Türklerin yüzde 20-25'i ' tech' işler yapıyor ve Almanlara iş veriyor."

"Senden aşağı kalır yanım yok"

Kitabın önsözünde Ergun Çağatay, kendi kişisel tarihinden de söz ediyor. 15 Temmuz 1983'te Orly Havalimanı'nda Ermeni örgütü Asala'nın patlattığı bomba sonucu nasıl ağır yaralandığını, aylarca hastanede yattığını anlatıyor. 'Kömür adam' görüntüsünden kurtulmak için 12 kez ameliyat olan Çağatay'ın tam anlamıyla düzelmesi beş yılını almış, ellerindeki yanık izleri hala duruyor. Bu kitabı, Paris'te hastanede yatarken düşünmeye başlamış. Dediğine göre içindeki hınç, öfke dinmemiş. "Fransa, Asala'ya göz yumuyordu, olan bitene seyirciydi. Nitekim mahkeme kayıtlarında da çıktı bu ortaya. Onların bakış açılarını çok iyi biliyorum. İki yılın sonunda ellerimi çalıştırabildim. Belime kadar sargılar içindeydim, ellerimin tamiri için vücudumun çeşitli bölgelerinden parçalar almışlardı. Yanık içindeydim. Sabahleyin banyodan sonra dışarı çıkmam, sargılanmam iki saat sürüyordu. Uyandığımda ellerim kaskatı oluyordu, özel bir kremle masaj yapa yapa parmaklarımı oynatabiliyordum. Bardağı dahi elime alamıyordum. 'Fotoğraf hayatım bitti' diyordum. Ellerimi hep çalıştırdım. Ellerim kabarmasın diye özel bir eldiven kullanıyordum. Ben bu katliamın altında kalmamak için bu kitabı bitirdim. Küfretmek değil ama 'Benim senden aşağı kalır yanım yok!' demek için..."

"Türk olduğunuzu yalan söyleyişiniz ele verir"

"Onca yıllık Asya macerası sonunda Türklere ve Türklerin dünyasına dair çok şey öğrendim. Yolculuğum sırasında bazı davranışlarımızın sebebini öğrenmeye başladım. Dünyada tüm uluslar yalan söyler, fakat bizim gündelik hayatımızda yalan çok daha fazla ve gereksiz yere kullanılıyor. Bunun nedeni göçerlik. Steptesiniz, dört-beş aile kalıyorsunuz, bir baskın oldu gece, sağ çıkmanız lazım. Ayakta kalma içgüdüsüyle yalan söyleyecek ya da şiddete başvuracaksınız. Dünyanın her yerinde Türklerin yalan söylerken mimikleri aynı, gözlerini kaçırıyorlar. Tuva'dakiler sanki Türklerin ilk halleri gibi, daha yabaniler. Türkiye'ye yaklaştıkça daha rafine gruplar çıkıyor. Türklerin en büyük özelliği, yerleşik grupların arasında kaynaması. Yerleşik düzene eklemlendikçe onların şeklini alıyor. Elbette katışıksız Türk yok, olması da imkânsız. Hele Türkiye'de hiç yok. Ben kafatasçı ideolojiye inanmıyorum. Kendini Türk hisseden Türk'tür, ayrımcılığa karşıyım. Türkiye'de birkaç kuşak ötesine gidebilecek, soy ağacını çıkarabilecek kaç kişi var? Göçerliğin getirdiği bir dinamizm var, ama kurumsal bir güven yok. Bu nedenle kendini savunmak zorunda kalıyor, gayet sert ve vahşi bir tip oluyorsun. Göçer oldukları için Türklerin kendilerini koruma/savunma/el atma duyguları çok gelişmiş. Üreten ve yaratan tipler değiller; hep alma, koparma var. Biz ilk kez Atatürk sonrası üretmeye başladık. Musevilik, Maniheizm, Budizm, Şamanizm, Alevilik, Hıristiyanlık; bizde her din var. Anadolu Aleviliği mesela kendine has bir dindir, İran'dakine benzemez. Şamanlığın izleri hala sürüyor. Bizdeki ağaçlara adak adama hikâyesini birçok yerde gördüm. Kitapta çeşitli bölgelerden çekilmiş fotoğraflar, Şaman geleneğinin bir biçimde devam ettiğini gösteriyor. Tuva'da bir kadına neden ağaca kumaş parçası bağladığını sordum. Onlara göre her şeyin bir ruhu var, dağın da ruhu var. Dağ kendisini kabul ettiği için mutlu olduğunu, ona teşekkür ettiğini göstermek istediğini söyledi."


Mavi forum

ÖSS'nin tadı damağınızda kalacak




'Sadece Aptallar 8 Saat Uyur' kitabıyla dikkatleri çeken Erdal Demirkıran 'Yerim Seni ÖSS'yi okurlara sundu.


'Yerim Seni ÖSS' adlı kitap, öğrencilerin korkulu rüyası haline gelen ÖSS'yi baskı unsuru olmaktan çıkarmayı hedefliyor. Demirkıran, ilginç çalışma teknikleri, bütün kaygıları yok eden sınava hazırlanma yöntemleri ve yepyeni motivasyon modeliyle öğrencilere alternatif yollar öneriyor. Kitabın özelliklerinden biri de 'GOO-ÖSS Şekeri' adlı hafızayı 3 saat boyunca canlı tuttuğu iddia edilen bir şekerin, kitabın sağ üst köşesinde okuyucuya sunulması.


Mavi forum

Beyaz Kıyamet



Çanakkale'de dersini alan düşman, Kurtuluş Savaşı'nda ikinci dersini de alınca bu milleti savaşla yıkamayacağını anlamış, iç kargaşayla Cumhuriyeti yıkmaya yönelmiştir. Bu roman,2019 yılına kadar Dünyada ve Türkiye'de olacak gelişmeleri, geçmişin bugünlere kadar taşıdığı parçalarını kurgulayarak ortaya çıkarmaya çalışmıştır. Kitaptaki olayları yorumlarken, elbette hayal ürünü diyeceğiniz kısımlar olacaktır. Fakat daha düne kadar düşünsel kurgu diye nitelendirilenler bugün gerçek olarak karşımızda duruyor. Türkiye şimdiye kadar meydana gelen bütün olaylara hazırlıksız yakalandı. Amacımız bundan sonra geleceğe yelken açarak önümüze çıkacak engellere karşı hazırlık olmaktır.


Bilal Civelek ....

Mavi forum

Farklı bir online kitabevi..........

Türkiye’nin ilk online kitabevlerinden biri olan NetKitap, (www.netkitap.com) daha da eski ve köklü bir kurumun internet şubesi. Bu anlamda da ‘kitap’ geçmişinden gelen tek online kitabevi denilebilir.

Pamuk'un kitaplarına yoğun ilgi..........

Nobel Edebiyat Ödülü sahibi yazar Orhan Pamuk'un kitapları, İsveç Kraliyet Bilimler Akademisi'nin ödülü açıkladığı tarihten bu yana yaklaşık 70 bin sattı.

En çok satılan eser 'Yeni Hayat' oldu

Mavi forum

Vatikan konulu kitaplar raflarda!!!

Katolik dünyasının ruhani lideri Papa 16'ncı Benedict'in Türkiye ziyareti öncesinde Vatikan, Tapınak Şövalyeleri ve İlluminati konulu kitaplar raflardaki yerini aldı.
'Vatikan'ın Türkiye Senaryosu'nu Hasan Taşkın kaleme aldı

Mavi forum

Düşüş (Özgün adı: Fall)







Sulh yargıcı Erling Fall, bir gün kendisini elinde boşanma ilamı, terk edilmiş, hayatındaki her şeyden kuşkuya düşmüş, şaşkın bir halde bulur. Üstelik hâkimi olduğunu sandığı adaletle de başı belaya girmiştir.

Erling Fall bir sorgulama sürecine girmek yerine içine düştüğü sorunlardan kurtulmasını sağlayacak telafi imkânlarına sarılır; zengin, hedonist, kibirli Norveç toplumunda ona sunulan bol bol seçenek var gibidir... Ama ne pahasına?
Eleştirmenler tarafından “tipik bir Rönesans adamı” olarak nitelenen, Norveç’in en önemli caz müzisyenlerinden şair, piyanist, romancı ve besteci Ketil Bjørnstad, gençlerin sorunlarla dolu yaşamını ele aldığı Müzik Uğruna’dan sonra şimdi de yaşadığı toplumdaki yetişkinlerin çürümüş dünyasını acımasızca eleştiriyor.
Ketil Bjørnstad kimdir?
Ketil Bjørnstad 1952'de Oslo'da doğdu. Konser piyanisti olarak ilk performansını on altı yaşında Oslo Filarmoni Orkestrası'yla gerçekleştirdi. 1973'ten bu yana otuzun üzerinde albümü yayınlandı, bunlardan beşi solo piyano albümleri, bir kısmı ise caz ve rock müzisyenleriyle yaptığı ortak çalışmalar. Son iki albümü Seafearer's Song (2004) ve Floating (2005) adlarını taşıyor. Jean-Luc Godard'ın dört filmi dahil çeşitli filmler, müzikaller ve oyunlar için besteler yaptı. Müzik kariyerinin yanı sıra üretken bir yazar olan Bjørnstad'ın 1972'den bu yana yirminin üzerinde romanı, iki şiir kitabı, bir oyunu ve denemelerinin derlendiği kitapları yayımlanmıştır. Halen Norveç'teki çeşitli gazete ve dergiler için edebiyat ve müzik eleştirileri yazmayı sürdüren yazarın Müzik Uğruna ve Düşüş adlı romanlarını 2006’da peşpeşe yayımladık.
OKUMA PARÇASI:
Birinci Bölüm, s. 11-15.
Erling Fall [Fall, Norveççede "düşüş" anlamına gelir. (ç.n.)] ancak evine döndükten sonra, yüzyılın sonunda Paris'te karanlık bir kış akşamında böyle bir yazgıyla karşılaşmasına neyin yol açtığını doğru dürüst düşünme yürekliliğini gösterebildi ve kafasından geçenlerin verdiği gerginlikle, aklı başında sayılan biri olarak, önceden belirlenmiş yollardan geçerek sürdürmek ve bitirmek istediği sıradan yaşamının denetimini elinden kaçırmasına ve bu yaşamı, acınası bir uyuşukluk, düşgücü yoksunluğu ve aptalca bir gurur içinde tükettiğini anlamasına yol açan bir dizi olayın ne zaman başladığını sorgulamak zorunda olduğunu hissetti. İnsanların düşünüp koydukları yasalar, kurallar ve düzenlemelerden oluşan ve ne anlama geldiği bilinmese de toplum diye nitelendirilen düzene boyun eğmek ve onun bir parçası olmak için her zaman güçlü bir istek duymuş, yasalarla çelişkiye düşmeyi aklından bile geçirmemişti. Belki sulh yargıcı olmasının nedeni de buydu. Yaşamının yetişkinlik diye adlandırılan bunca yıllık döneminde, kendisinin de pekâlâ işleyebileceği suçları işleyenlere ve yaşamlarını korkunç hatalar yapmadan sona erdiremeyenlere verdiği cezalar yüzünden sık sık karabasanlar içinde kıvranmıştı. Bu insanların attığı yanlış adımlar hem toplumun hem de kendisinden beklendiği gibi Erling Fall'in gözünde öylesine ağır yanlışlardı ki onların elinden özgürlüklerini almak ve bazı aşırı durumlarda da onları neredeyse insanlıkdışı cezalara çarptırmak zorunda kalıyordu.
Evet, her şey bugünkü gibi bir ekim gününde başlamış olmalı, diye düşündü Erling Fall, evinin verandasında, hastalık bahanesiyle izinli, elinde boşanma ilamıyla dikilerek, aşağıdaki mezarlığın yanındaki buğday tarlasından başını kaldırmış, gelen mektubun ne olduğunu biliyormuşçasına ona bakan Gunnar Hov'u izlerken. İnsanın içini ısıtmayan parlak bir ışık vuruyordu dört yana, yaprak kımıldamıyordu, deniz cam gibiydi. Kötü bir şey olmuş ya da olacakmışçasına elle tutulur, yoğun bir sessizlik egemendi her yere.
Erling Fall, kulağı ve gözü olağanüstü keskin, doğuştan avcı olan ortakçısı Gunnar Hov'un ondan çok daha doğaya yakın olduğunu nicedir biliyordu. Evet, Gunnar Hov'un sezgileri çok kuvvetliydi, her tür avdan anlar ve ava çıkmak için en doğru zamanı bilirdi. Merete Bøver'i de uzun yıllar boş yere beklemekten usanmamıştı. Bu arada verandadan eve girmiş olan Erling Fall yalnız olmasına karşın yüksek sesle, "Nereden bilebilirdim ki?" derken buldu kendini. "Nereden bilebilirdim ki?" diye yineledi yeniyetmelikten beri alışamadığı boğuk sesiyle. Boşandığı karısı Merete Bøver ancak iş işten geçtikten sonra söylemişti ona gerçeği. Şimdi de her şeyi bitiren mektup gelmişti ve Gunnar Hov, bu ekim güneşi altında, hiçbir olayın olmadığı bu sağır edici sessizlikte, aşağıdaki kiliseye yakın bir yerde gözlerini ona dikmiş bekliyor, Erling Fall elinde mektup kımıldamadan duruyor ve artık karısı tarafından terk edilmiş, boşanmış ve düş kırıklığına uğramış bir erkek olarak, uzun yıllar geçimini sağladığı karısını elinde tutamadığı için gözden düştüğünü biliyordu. Merete Bøver iki çocuğuyla ona geldiğinde derhal isteklerini ortaya koymuş ve onunla birlikte olmak istiyorsa bedelini ödemek zorunda olduğunu anlamasını sağlamıştı.
Gunnar Hov sonunda başını eğip traktörünün yanına gitti. Erling Fall ne yapacağını bilemez bir halde elinde boşanma ilamıyla kıpırtısız dururken, art arda birkaç bardak viski yuvarlamışçasına aniden bastıran bir umarsızlık ve yitirme duygusuyla sarsıldığını hissetti. Bu öyle güçlü ve her şeyi gölgeleyen bir acıydı ki, kapının çalındığını bile hemen işitmedi. Kendini geri dönüşü olmayan bu olayı düşünmekten alıkoyana dek kapı birkaç kez çalınmış olmalıydı. Bırakamadığı, bırakmak da istemediği mektup elinde, evin geniş odalarından geçip kapıya gitti.
Böyle bir zamanda birinin onu aramasına şaşırmıştı. Son zamanlarda kendini insanlardan soyutlamış, karamsar ve hüzünlü bir insan olup çıkmıştı. Gunnar Hov çoktandır uğramaz olmuştu. İnsanlar ondan uzak duruyorlardı. Erling Fall, bu aralar kendisiyle karşılaşmaktan doğal olarak kaçındıklarını anlamıştı.
Büyük ağır kapıyı açtığında karşısında kilolu, ağır hareket eden Lunnar'ın polis şefi Oddleif Jaren'i görünce şaşırdı; geyik avına çıkacakmış gibi bir hali vardı adamın.
Erling Fall polis şefinin hatır sormak dışında bir nedenle geldiğini anlayınca daha da hüzünlendi. Erkeksi görünümlü iriyarı yapısına karşın sessiz sakin bir adam olan Oddleif Jaren'in gözüne, kıpkırmızı yüzü ve elinde evirip çevirdiği boşanma ilamıyla dengesini tümüyle yitirmiş biri gibi görünüyor olmalıydı.
"Ne var?" diye sordu kabaca.
"Özür dilerim Erling, ama seninle bir konuda konuşmam gerekiyor."
Erling Fall, neyse ki Merete'yle pek sıkı fıkı arkadaşlığı olmayan ama evdeki acı olayların bazılarını bilen bu adamı içeriye davet edip hiç olmazsa birkaç dakikasını ona ayırmak zorunda olduğunu biliyordu. Adam, Merete Bøver'in bir gün iki kızını arabaya bindirip, olup bitenlerden pek bir şey anlamamış olan ama yine de kahve ve reçelli çörekle onları Bærum'da bekleyen anne babasının evine gittiğini bilecek kadar iyi tanıyordu aileyi. Olaylar ona özel olarak anlatılmamış olsa da, tanıdıkların ve köy halkının bildiğinden daha çoğunu biliyordu; örneğin, Merete Bøver'in Lillestrømlü bir caz gitaristine takıldığından ve onunla birlikte yaşamaya başladığından da haberi vardı.
Erling Fall'in beklenmedik bir anda içeriye girip karısını, sonradan adının Skjalg Antonsen olduğunu öğrendiği o adamla telefonda konuşurken yakalamasının üzerinden bir yıl geçmişti. Merete Bøver, Antonsen'le telefon hadisesinden birkaç hafta önce, Erling Fall bir seminere katılmak için hafta sonu Oslo'da olduğu sırada, adam Gjøvik'te triosuyla çalarken tanışmıştı.
Daha sonra karı koca karşılıklı birbirini suçlamış; Merete Bøver adamla bir gece otelde kaldığını fakat bunun önemli olmadığını, çünkü uzun süredir Erling Fall'den ayrılmak istediğini itiraf etmişti. Erling Fall onun Skjalg Antonsen'le ilişkisinin ciddi olduğunu daha sonra kavramıştı.
Otelde kalmışlar demek, diye düşünmüştü Erling Fall. İyi de Lotte'yle Siri de aynı yatakta mı yatmışlardı? Erling Fall ağlamaya ve yalvarıp yakarmaya başlamıştı, ama Merete hiç yumuşamamış, aynı gün ikizleri yanına alıp annesine gitmişti. İkizler de ağlamışlar ama hiçbir şey söylememişlerdi.
Hiçbir şey! Her şey bir karabasana dönmüştü. Tek başına kalan Erling Fall, "O hafta sonu Oslo'ya gitmek zorunda kalmasaydım bunlar hiç yaşanmaz mıydı acaba? diye düşünmüştü. Dünya başına yıkılmıştı sanki.
Oddleif Jaren yorgun görünüyordu; içeriye çekinerek girdi. İş yorgunluğu, diye geçirdi içinden Erling Fall. Mektubu elinde sallayarak oturma odasına geçip bir sandalye çekmesini, kendisinin de kahve getireceğini işaret etti. Oysa kahve getirmek için önce pişirmesi gerekiyordu. Erling Fall'in böyle bir durumda bunu yapacak hali yoktu.
"Sana kahve ikram edebileceğimden emin değilim ama lütfen otur," derken buldu kendini.
Oddleif Jaren oturma odasına geçip oturdu. Erling Fall lafı dolandırmadan artık bir karısı olmadığı için kahve yapamayacağını söylemesi gerektiğini düşündü, ama söyleyemedi. Belki yüzyıl önce, "Yardımcım olmadığı için size kahve ikram edemeyeceğim," denebilirdi ama günümüzde böyle bir şey söylemek saçmalık olurdu. Erling Fall hiç olmazsa başına gelen bu felakete, bu aykırı duruma değinmek istiyordu. O yüzden fazla duraksamadan, "Ben boşandım Oddleif. Merete benden ayrıldı," dedi.
Oddleif Jaren başını sallayarak, "Biliyorum," dedi, "ben de o yüzden geldim."
Erling Fall karşısındaki heybetli cüssenin kaçamak bakışlarından ve rahatsız görünüşünden, sülün avı ve kırmızı şarap düşkünü Oddleif Jaren'in evine konuk olarak değil, sorumluluk sahibi bir görevli olarak, bir sorunu çözmek üzere geldiğini anladı.
"Pipo içmemin bir sakıncası var mı?" diye sordu Oddleif Jaren. Belki de sözünü etmek zorunda olduğu can sıkıcı konuya girmeden önce gücünü toplayabilmek için zaman kazanmaya çalışıyordu. Eski zamanlarda karşılıklı oturup pipolarını tüttürerek dünya meselelerini tartışan iki arkadaş gibiydiler.
O zamanlar evde bir yardımcı olur ve böyle gergin anlarda kendiliğinden kahve yapıp getirirdi. Ama Erling Fall sıradan bir sulh yargıcıydı ve Merete Bøver'in ani bir kararıyla aldıkları ev ("...ama düşün Erling, tam şelalenin yanında! Bunun derin bir anlamı olmalı!") sürekli masraf kapısı oluyordu.
Oddleif Jaren, "Benden rica ettikleri için geldim," dedi içini çekerek.
"Neyi rica ettiler?" "Seni sorguya çekmemi."

Mavi forum

Aydınlık ve karanlık İstanbul'da savaşıyor

Hani bazılarının düşüncesine göre iyi insan-kötü insan yoktur... İnsanın içinde iyi ve kötü vardır. Hep iyi tarafı öne çıkarsa hep iyi, hep kötü tarafı öne çıkarsa hep kötüdür insan. Ama içinde diğer taraf hep vardır; belki uyukluyordur da, ortaya çıkacağı 'o' günü bekliyordur sabırla... Belki de insan, ömrünü tamamlayıncaya kadar 'o tarafını' bir sandığa hapsetmiştir, anahtarını bile güvendiği bir yerde tutuyordur kimse bulamasın diye... Ama herkesin ortak düşüncesi; iyi ve kötünün ortasının olmadığıdır. Belki bebekken ortası vardır; henüz iyi ve kötünün ne olduğunu bilmemekten kaynaklanan bir bilgisizliktendir o da. Ama sonra grilik kaybolur; siyah ya da beyaz kalır geriye. Aydınlık ya da karanlık... Ayhan Çorbacıoğlu, uzun bir isim verdiği ilk kitabında, bu düşünceye itinayla yer vermiş. Güzeldünya Kitapları tarafından yayımlanan Atlantis'ten İstanbul'a Kadim El Yazmaları'nın Peşinde isimli kitapta, Aydınlık Güçler'in insanlığın evrimini tamamlaması için Karanlık Güçler'e karşı verdiği binlerce yıllık mücadele ilginç bir kurguyla anlatılıyor. Bir sandıkta saklanan ve içinde yeryüzündeki her şeyin kökenini anlatan 'Kadim El Yazmaları' ise mücadelenin en önemli nedeni... Uygurlar'dan başlayan hikaye İstanbul'a kadar dayanıyor. Özenli bir araştırma ve uzun soluklu bir çalışma sonucu yazıldığı her halinden anlaşılan kitap, biraz egzotik, biraz otantik, biraz fantastik...

KİTAPTAN
İnsanlar... Doğanın gizli bilgi ve güçlerini kendi kişisel çıkarları amacıyla kullanmaya başlamaları, çöküşlerinin başlıca nedenlerinden biriydi. Kendisine tutulup aşık olanların hatta daha da ileri giderek, kendisine tapınmayı seçenlerin sayısı hiç de az değildi. Bilgi, artık çoğu insanın sapık tutkularını tatmin etmek ve gün be gün büyüyen egolarını doyurmak için kullanılan bir araç haline gelmişti. Yani bu durum; bir bakıma, bilginin henüz hazır olmayanların eline geçmesiydi de denilebilir. Eğer bilgiyi kullanan zihinler ahlaki değerlerini yitirmişlerse, işte o zaman onların hem bulundukları topluma hem de kendilerine zarar vermeleri kaçınılmaz bir sonuç olacaktı. Öyle de oldu!




Mavi forum

MEMLEKETİN HALLERİ....

ÖZGÜVEN......


Birazda çocuk kitapları ne dersiniz??

Eğitim Psikolojisi

Sağlıklı Yasam İçin Vitaminler ve Mineraller

Gün Yüzü Yargıcı.....

Ekmek Kırıntısı .......


Gündüz Kitabevi Yayınları
Şiirler
Ağustos 2006, 128 Sayfa
ISBN 975-9176-53-X

mustafa_toga@hotmail.com
www.inek.nl

“Toga’nın şiirlerini bazı başlıklar altında toplamaya çalıştığımda, hemen her şiirinin iskeletini oluşturan birkaç öğe ilgimi çekti; insan sevgisi, zayıfın, güçsüzün yanında olma, doğa ve vatan sevgisi. Onu biraz yakından tanıyınca neden bu duygularla dopdolu olduğunu anlayabiliyorsunuz Toga’nın. Aşkı da, uğraşı da, özlemi de, arayışı da hep bu dört temel üzerine kurulmuş.


Sözün Özü: Toroslardan esen bu yele göğsünüzü açın, bu yağız Çukurovalı’nın sesine kulak verin diyorum. Bu ses Toga’nın olduğu kadar, Anadolu’nun, o kutsal ana kucağında yitirdiklerimizin, acısını yüreğine gömen milyonlarımızın da sesidir ”

Drs. Erol Sanburkan


Ekmek Kırıntısı

Karın aç, gözler aç, nefesler yavaş
İki gece, üç gündüz
Rüyamda görürüm ekmek kırıntısı.
Bir bardak su, biraz ekmek
Maksat değil mi nefsi köreltmek?
Paylaşmak elimizdekileri,
İnsanlar, kuşlar, börtü böcek.
Haydi dünyalık hevesim
Gel biraz sokul yanıma
Buse alayım yanaktan, sarılayım sana.
Buz gibi yatak, sıcacık olur bana.

Bir de;
Midemin gurultusunu bastırabilsem
Eriyen karlar gibi içimden
Bütün açlığım akıp gidecek.

Mustafa TOGA



Mavi forum

Deccal'in Son Günü Göksel İhtilal ....

GELİN ÇOCUKLAR BİRLİKTE DÜŞÜNELİM.......

Ben Bir Çocuğun Düşüyüm ........


Şiir
Ürün Yayınları
Ekim2006, 64 Sayfa
ISBN 975-6083-35-2

akmangedik@web.de
www.akmangedik.de

Akman Gedik 1963 yılında Muş’un Varto ilçesine bağlı içmeler köyünde doğdu. 1988 yılında Almanya’ya yerleşti. Harman Zamanı (1992), Her Ayrılık Bir Hüzündür (2002), Gımgım Zerreye Ma De (2004) adlı kitapları bulunmaktadır. Şiir ve öyküleri Vate, Bizim Dergi, Güney, Akkültür, Mozaik, Tohum, Tiroj, Anadolu Sevdası, Berfin/Bahar dergilerinde ve Dem Gazetesi, Ek Politika ve Gımgım Haber’de yayınlandı. Ayrıca internet dergilerinde yayınlanmış şiir ve öyküleri de bulunmaktadır.
(Arka Kapak)

Düşlerimiz Vardı Bizim

Militan şarkılarla
Arşınlardık izbe sokakları
Umudun sözleri mihman olurdu
Soluk duvarlara
Düşlerimiz vardı bizim
Geleceğe dair düşlerimiz
Kutsal emanetler gibi özenle
Saklardık yüreğimizde
Ve bir künye misali
Boynumuzda taşırdık yarına
Tüm güzellikler bizim olacaktı ergeç
Böyle bilir böyle inanırdık
Hala inandığımız gibi
Yeniden doğacağız yarına
Doğacağız yeniden

Akman Gedik




Mavi forum

Üç İsa




Üç İsa, Katolik Kilisesi’nin Teleolojik İsa’sı ile kesinlikle bağdaşmayan, Kutsal Metinler’deki Teolojik İsa’ya ve “misyonuna” dışsal/seküler/dünyevi bir bakış… Özellikle “yerleşik/örgütlü” dinin temsilcisi Katolik Kilisesi tarafından İsa’ya yüklenen “hurafelerin” ayıklanması girişimi…

Aytunç Altındal Üç İsa’da tarihsel ve7veya mitolojik İsa’yı değil, bir bakıma İsa’nın yaşantısının diyalektiğini, Tanrı-Bilim eğitimi ve perspektifiyle ele alıyor. Türkçe’ye eksik ve yetersiz olarak laik ya da çağdaş diye çevrilen sekülerik anlayışının, Ateizm’den, Laiklikten, Çağdaşmacılık’tan farklı olan boyutlarını gösteriyor. İsa, Musevi olmasına rağmen bu kapalı-devre işleyen ve bir din olmaktan çok, bir “varoluş tarzı” sayılabilecek olan yapıya getirdiği seküler yeniliklerle tanımlanıyor.

İngiltere’de, 1992 yılında İngilizce olarak yayımlandığında Müslüman bir araştırmacının, İslami olmayan bakış açısı ile Hıristiyan Teolojisi’ni içinden irdeleyen Üç İsa, dünyadaki çeşitli ilahiyat fakültelerinin literatürüne girdi ve yardımcı ders kitabı olarak kabul edildi.

Araştırmacı ve sorgulayıcı bir gözle okunması gereken bir ilk kitap…

Mavi forum

Kýrk Ambar Sohbetleri

İlber Ortaylı
Aşina Kitaplar Turmaks Yayıncılık

206 sayfa. 1. baski.


Tarihçi hüviyetinin yanı sıra, bir düşünce adamı olarak yıllardır ülke sorunlarına ilişkin görüşlerini açıklayan Ilber Ortaylı, elinizdeki kitapla ilk kez dergi ve gazete sütunlarındaki yazılarını okura sunuyor. Eğitim, kültür, AB-Türkiye ilişkileri, Türk kimliği gibi ülkemizin temel meselelerine ufuk açıcı öneriler getiren Ortaylı, kendine özgü tavizsiz üslubuyla ve derin dil ve tarih bilgisiyle okuru “tarih meleği”nin eşliğinde Sarıkamış’tan Vatikan’a, 1914’ten 1980’e, Osmanlı kültüründen hilafetin kaldırılmasına uzanan, bu ülkede yaşayanların aşina olduğu bir yolculuğa çıkarıyor.

“Tarihin sedası hoş olmaktan çok gök gürültüsü gibi hacimlidir ve bitmeyen bir yankıyı andırır. Geçen altı asır, komşu yirmi küsur halkın ve en başta bizim tarihimizdir; ona sıcak bir ilgi, bilimsel bir araştırma ve düşünce ile yaklaşmamız gerekir.”

Mavi forum

Sevgi Medeniyeti

Doç. Dr. Raşit Küçük
Rağbet Yayınları

290 sayfa. 1. baski.


Bu çalışmada, bir duygu olarak değerlendirilen, dışa akseden belirtileri ile açıklanabilen sevgi konusunu incelemeye çalıştık. Mücerret (soyut) kavramları ele alıp değerlendirmenin, müşahhas (somut) kavramları ele almaktan daha zor olduğu her halde kabul edilir. Ancak, duygularla ilgili çalışmaların önemi de gözden uzak tutulamaz.
Sevgi konusu da, her duyguda olduğu gibi, mahiyeti mücerret, genellikle tezahürü müşahhas bir manzara arzetmektedir. Geniş bir alanı kapsayan sevgi konusunda, "Özellikle Allah sevgisi"ni seçmiş olmamızın sebebi, yapılacak bir sıralamada ilk yeri işgal etmesinden kaynaklanmıştır. Allah sevgisi kavranılmadan, diğer sevgilerin kavranılamayacağı, pratikte de fayda temin edilemeyeceği gerçeği, bu araştırmayı tek konulu bir sevigye yönlendirmiştir. Bu araştırmanın gayesi, Kur'an ve Sünnet'i esas alarak, sevgi kavramı ve özellikle Allah sevgisi konusunda bir temel oluşturmak, genel bir çerçeve çizmektir. Bu yapılırken, Kur'an-ı Kerim'in yanında, en sahih hadislerin seçilmesine özel bir gayret gösterilmiştir.

Mavi forum

Anais Nin






Maskeli ve çıplak & Elısabeth Barılle
Ensest. Latince ele, incestus: Saf olmayan.
İşte sözcüğün kökeninin belirttiği, Antigone babası
için coşkulu bir tutku beslerken, Oidipus Iocaste ile
evlenirken, Herodiade'ın kızı amcası için dans ederken.
“Ensest: Ânaïs oraya Günce’nin ilk cildinden
başlayarak düşüyor.
Ve: Salome oluyor.
Iéna salonu, bir İspanyol dansı resitali veriyor, babasını
gördüğünü sanıyor ve taş kesiliyor. ‘Belki onun için
dans etmek istiyordunuz,’ diye telkin ediyor Doktor
Allendy temiz yüreklilikle, Yunan tragedyasında koro
görevine boyun eğerek onu çekmek, bilinçsizce baştan
çıkarmak istiyordunuz.' Dans etmek, babayı baştan
çıkarmanın eşanlamlısına dönüşüyor.”

Mavi forum

İhanetin Tadı

Giorgio Scerbanenco
Agora Kitaplığı

240 sayfa. 1. baski.

Çeviren : Erdal Turan

Duca Lamberti, yaşlı bir hastasına ötenazi uyguladığı için meslekten men edilmiş ve üç sene hapis yatmış eski bir hekimdir. Bir gün kapısını çalan gıcık bir züppe, genç bir kadına gizli bir 'evlilik öncesi ameliyatı' yapması karşılığında onu Tabipler Birliği'ne sokacağını söyleyince, Duca, hekimliğe dönmek yerine baba mesleği olan polisliğe el atmaya karar verir.

İtalyan dedektif edebiyatının kült karakterlerinden, aksi filozof Duca Lamberti, Scarbenenco’nun 1968’de Polisiye Roman Ödülü’nü kazanan bu romanıyla suç dünyasının karanlık sokaklarına ilk adımını atar ve kendisini kısa bir süre sonra, otomatik silahlar, vahşi cinayetler, büyük bir kaçakçılık şebekesi ve İkinci Dünya Savaşı'na kadar uzanan bir intikam hikâyesinin ortasında bulur...

Mavi forum